Lanet olası radikaller!

Tartışmalarla dolu bir 1 Mayıs’ı daha geride bıraktık. Ödenen vergiler halka, polis barikatları, plastik mermiler, biber gazı, kapanan yollar, geniş ulaşım kısıtlamaları, faşizan uygulamalar, “terörizm” suçlamaları vs. olarak döndü.

İktidar “Darbe zihniyetinden kurtulmak için yeni anayasa yapalım” diyor ama İstanbul 1 Mayıs günü, darbe sonrası ilk sabaha uyanmış gibiydi. Devlet, Avrupa yakasında kuş uçurtmamak için dünyanın en büyük metropollerinden birini resmen kilitledi. En işlek caddeler trafiğe kapatıldı, Taksim’e bağlanan tüm güzergahlarda yaya geçişlerine bile izin verilmedi. Ulaşım sisteminin fişi çekildi, sokak aralarına varıncaya kadar yüzlerce noktaya polis barikatı konuldu. Caddelerde, köşe başlarında bekleyen polis grupları, gelen geçene kimlik kontrolü yaptı. Turistler kendilerini bir film setinde bulmuş gibi şaşkın şaşkın yaşananları seyretti.

Bozdoğan Su Kemeri’nin altındaki görüntü ise tarihe geçti. Kemerin altında kaskları, kalkanları ve bilumum koruyucu ekipmanlarıyla yan yana dizilen, arkalarına TOMA’ları alan polisler, şehrin meydanı ve tarihsel 1 Mayıs alanı olan Taksim’e yürümek için Saraçhane’de toplanan emekçilerin önüne set ördü. Sanki karşılarında İstanbul’da 1 Mayıs kutlaması yapmak isteyen yurttaşlar değil de kenti işgal etmeye gelen kuvvetler vardı. Su kemeriyle Taksim arasında kalan bölümde de onlarca polis kontrol noktası oluşturulmuştu. AYM kararına rağmen Saraçhane’de toplanan kalabalığa polis aracından sürekli “Yaptığınız eylem kanunsuzdur” anonsu geçildi. Esas kanunsuzluğu kimin yaptığı ise ortadaydı.

1 Mayıs’a dair değerlendirme yaparken, öncelikle İstanbul’daki ablukaya rağmen Saraçhane’de ya da başka bir noktada bir araya gelen herkesi tebrik etmek gerekir. Çünkü evden çıkıp bir eylem noktasına gitmenin başlı başına mesele olduğu bir günde, inandıkları değerler adına kilometrelerce yürüyen yurttaşlar, elbette bunu alkış için yapmıyorlar ama hiç şüphesiz ki alkışın en büyüğünü hak ediyorlar. Bu duruş, iktidarın her türlü baskı ve sindirme politikasına rağmen halkı teslim alamayacağını bir kez daha gösterdi.

Saraçhane’deki 1 Mayıs’ın en olumsuz yanı ise kitlenin sergilediği özverinin, sorumlularca gereken kararlılığın gösterilmemesi sonucu sahipsiz bırakılması, kaderine terk edilmesiydi. DİSK başta olmak üzere tertip komitesi iyi bir sınav veremedi. Toplanma alanı, Taksim’e dair daha önce dile getirilen iddiayla denk düşmeyecek ölçüde çabuk terk edildi. Sözün arkasında duracak, iddiayı kuvvetlendirecek, binbir zorlukla alana ulaşan kalabalığa güven verecek netlikte bir tavır takınılamadı. Çok açık ki insanların Saraçhane’ye gelmeden önceki beklentisi, daha uzun erimli, inatçı bir direniş pratiğiydi. Ama buna karşılık gelecek bir 1 Mayıs refleksi geliştirilemedi. Haliyle insanlardan, “Madem yürümeye çalışmayacaktınız, madem sözünüzün arkasında durmayacaktınız, neden buraya geldiniz?” diye son derece haklı bir tepki yükseldi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutumları da dillerindeki Taksim idealine yakışmadı. Burada Özel’i ayırmak gerekiyor çünkü CHP lideri, Taksim’de oldukça ısrarcı gibiydi. Özel, salı günkü grup toplantısında, Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını hak gören AYM kararını okumuş, kararı kartona bastırıp kürsüden kameralara göstermişti. Saraçhane’de de aynı yazı elindeydi. Dahası Özel, partinin başına geçmeden önce açıkladığı Tutum Belgesi’nde “CHP, yeni dönemde toplumun hak taleplerinin yalnızca parlamentoda değil, sahada ve sokakta da sözcüsü olacaktır” demiş, parlamento dışı etkin muhalefet yöntemlerini destekleyeceklerini vadetmişti. Ama 1 Mayıs gibi özel bir günde bile açıklama yapıp olay yerinden uzaklaştı. Barikatın önüne gelecek mi gelmeyecek mi diye tartışılırken Özel, alanda dahi durmamayı tercih etti. Sözünü eylemiyle kıyaslayınca, “Dağ fare doğurdu” desek hata olmaz.

1 MAYIS SOLDUR, “SOLCU BAYRAMI”DIR

Bir de TV kanallarında ve sosyal medyada 1 Mayıs’a dair o denli hayret verici yorumlar yapıldı ki, onlar da en az devlet şiddeti kadar dikkat çekiciydi. “1 Mayıs solcu bayramı değildir. 1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, mücadele günüdür” türü sözler, büyük bir özgüvenle dile getirildi. Anlaşılıyor ki postmodern teoriden türeyen kimlik siyaseti, muhalif çevrelerde bile büyük bir fikri tahribat yaratmış. Ağızlardan çıkanı kulaklar duymuyor.

Bu akla göre “işçi” ve “solcu”, birbirine karşıt iki kavram. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu zorunlu kılıyor. İşçi varsa sol, sol varsa işçi olmamalı; emek mücadelesi de solun kapsama alanına girmemeli. Çünkü solun, sınıf mücadelesinin taşıyıcısı olduğu, geçmişe ve bugüne sınıfsal bir çerçeveden baktığı, yaşamı ve politikayı sınıf çatışmasını süzerek anlamlandırdığı unutulmuş. Sol, sadece etnik, kimliksel ve kültürel taleplerle ilgilenmesi gereken, yaşam tarzına müdahaleden kaynaklı sorunlara muhalefet etmeyi kendine merkez alan bir siyasi akım olarak zihne kazınmış.

Halbuki 1 Mayıs’ın, II. Enternasyonal’in 1889’da Paris’te düzenlediği kongrede alınan karar sonrası “İşçi Bayramı” olarak kabul edildiği gerçeği bile bu kavrayışı baştan boşa düşürüyor. Eğer bugün dünyada, emeğini sermayedara satarak, artı değer üreterek, alın teriyle geçinen insanlara adanmış bir gün varsa, bunda en büyük pay, solun, sosyalizmin, Marksist ideolojinindir. İşçi yığınlarını bir “sınıf” olarak tanımlayan, onun sosyal ve ekonomik gerçekliğini tarihsel bağlama oturtan, “her şey özünde sınıfsaldır” diyen, özgürlüğün ancak sınıfın kurtuluşuyla mümkün olabileceğini tespit eden ve bu doğrultuda devrimci faaliyet yürütmeyi kendine görev bilen Marksizmdir, sosyalistlerdir. Bu yüzden bazılarına öyle görünmeyebilir ama 1 Mayıs soldur, solun en büyük bayramıdır. İşçilerin tarih boyunca kazandığı bütün haklar da egemenlerin hediyesi değil, sol siyasal aklın ve mücadelenin sonucudur. 1 Mayıs’la ilgili konuşmadan önce bu gerçeğin hazmedilmesi gerekir.

Yine solu 1 Mayıs’tan izole etmek isteyen bu hatalı kavrayışla birlikte, solun her eylemini marjinalleştirmeye meyilli bir algı yaratma çabası da göze çarpıyor. Devrimcilerin gözü pek tavrı, “radikallik” denilerek itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu tezviratı Saraçhane’de de gördük. “Radikallik” denen de Anayasal hakları ayaklar altına alınmış yurttaşların polise yönelik tepkisi. Kullanılan en sert alet, bayrak çubuğu... Bir şehrin üstüne karabasan gibi çökülmüş, her köşe başı tutulmuş, hayat felç edilmiş, 1 Mayıs’a gelen gelmeyen herkes cezalandırılmış, ortada Ağrı dağı kadar büyük bir Anayasal suç var ama radikal olan bu suçu işleyenler değil, bu zorbalığa çıplak elleriyle direnenler, polis kalkanına karşı göğsünü siper edenler… Aklın terazisi şaşarsa, sözün çapı da bu kadar oluyor işte.

80 öncesi “radikallik” denince insanların aklına farklı şeyler geliyor, derin teorik ve politik tartışmalar yürütülüyordu. Fakat düzen, 12 Eylül sonrası öyle bir zihin dünyası şekillendirdi ki, süreci akışına bırakıp her sataşmaya “eyvallah” desek, bir süre sonra trafik polislerinin kestiği cezalara itiraz etmek bile “marjinallik” sayılacak. Meşru bir hak için direnmenin adı “radikallik” olmuş ama tabii bu da coğrafyaya göre farklılık gösteriyor. Mevzu Türkiye’de olunca devreye “muktedire saygı”, “makbul vatandaş” olma çabası giriyor. Batı’daki Gazze eylemlerinde, polisle çatışan, barikatlara yüklenen direnişçilere “provokatör”, “marjinal”, “radikal” denebiliyor mu? Hayır, ne münasebet! O mertebe sadece bizim solcularımıza ait. Edirne’den öteye geçince bir anda entelektüel kapasite yükseliyor, bilinçler parıl parıl parıldırıyor.

1 Mayıs böyle geçti. Yasakların, baskıların, şiddetin olmadığı, özgürce kutlanacak nice 1 Mayıs’lara…