Bir filmin düşündürdükleri

Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sında polis, mafya ve sermaye sınıfı üçgeninin kural dışı birlikteliği ironik bir biçimde gözler önüne serilirken aynı zamanda kendisine yeni bir yol açan kapitalizme dair renkli eleştiriler getirilir:

“Bir banka soymak bir banka açmaktan daha büyük suç değildir!” gibi. Aslında bizim için, Polis Müdürü Kaplan Brown, mafya babası Sustalı Mac ile elindeki insan malzemesini dilendirerek kullanıp para kasasına yeni binlikler ekleyen Dilenciler Kralı Peachum’un macerası fazlasıyla tanıdık. Susurluk kazasında da benzer bir görüntü açığa çıkmış, kamuoyu günlerce bu berbat ilişkiler ağının açığa çıkarılmasını talep etmişti. Sonuçta hiçbir zaman, İtalya’da olduğu gibi bir “temiz eller” operasyonuna girişilmediğinden kamuoyu vicdanı yaralı kalmaya devam etti.

Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”yı 1929 yılında yazdığını düşünürsek üzerinden neredeyse yüz yıla yakın bir zaman geçti. Dolayısıyla onun dillendirdiği illegal olarak nitelendirilebilecek bu üçgen yapı kimi zaman meşru zemine bile itilmeye çalışıldı. Dahası şimdilerde her şey bu kadar basit bir düzlemden ilerlemiyor. İşin içine pek çok sacayağı girdi. Medyadan eğitime, özerk olarak tanımlanan kurumlara ve hatta örgütlenme biçimlerine kadar… Yani - her şey hızla kirleniyordu birinciliği bütün kavramların içini sistemli bir biçimde boşaltmaya verdiler - tabiri daha doğru.

Oscar’a birçok dalda aday gösterilen Scorsese imzalı “Irishman” filmi İrlanda tipi mafya içinde hızlı yükselmeye meyilli bir adamla (Robert de Niro) ABD sendikacılığını illegalitenin tam da göbeğine taşıyan, aslında 1975 yılında kaybolan Hoffa’nın (Al Pacino) ilişkisi üzerine kurulu. Bir taraftan da enternasyonalde onca acıya, kayıplara rağmen güçlü bir biçimde haykırılan “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” sloganının nasıl alaşağı edildiğini elimiz böğrümüzde izliyoruz.

Kimi için Teamsters’in (Amerikan Kamyoncular Sendikası) “kahraman”ı, kimi içinse “yaratık”ı Hoffa’nın esrarlı ölümü üzerine daha önce de pek çok film çekildi. Hatta birinde Hoffa’yı Jack Nicholson’un oynadığını belirtmek gerek. Geniş topraklar üzerinde ticaret hattını sağlayan kamyoncuların alın terini salt mafyöz anlayışla görmek çok da kabul edilebilecek bir olgu değil. Öte yandan köle – efendi ilişkisini modern bir yorumla çözümleyebilecek yeni bakış açılarına ihtiyacımız var doğrusu.

Antik Yunan ve Roma dönemi komedyalarının bir kısmında yıllar yılı kölelikten kurtulmak için çaba harcayan köle / uşağa bir anda özgürlüğü bahşedilir. Fakat o kadar alışkındır ki efendisine tapmaya, onun işlerini kolaylaştırmaya, celladına âşık olmaya…

“Efendim, lütfen beni ömrümün sonuna kadar köle olarak yanınızda bulundurmaya devam edin. Hayatım boyunca hiç özgür olmadım. Ne yapacağımı bilmiyorum” kıvamında bir konuşturma dizgesiyle bile karşılaşırız. Hoffa ile ona tapan işçiler arasındaki ilişki biçimi şüphesiz bambaşka bir bakış açısı. Ama en azından bir parça da olsa görmeye ihtiyacımız vardı. Yoksa memlekette sarı sendikaların bu denli yaygınlaşmasını nasıl açıklayacağız?