Neden, hiç bıkmadan usanmadan bütün gün, lig maçı olmasa da hafta ortasında oynadıkları geleneksel halı saha maçını

Neden, hiç bıkmadan usanmadan bütün gün, lig maçı olmasa da hafta ortasında oynadıkları geleneksel halı saha maçını; yeni transfer haberleri gelmese de herhangi bir vakitte oynanmış herhangi bir maçın o bitmez tükenmez yorumunu konuşan birtakım kişiler, “yüzbinlerce insan gidip bankalardan parasını çeksin, kapitalizm çöksün” diyen Eric Cantona’nın (futboldan pek anlamam ama araştırdığım, öğrendiğim kadarıyla nefis bir futbolcuymuş) bu ilginç devrim önerisinden hiç bahsetmiyor? Anlamadıkları mevzu mu? İşlerine mi gelmiyor? Yoksa Arjantinli solcu teknik adam Luis Cesar Menotti’nin “sadece futboldan anlayan, futboldan da anlamaz” sözü mükemmel bir tespit mi?

Hem neden Cantona’nın bu cümlesi üzerine ülkenin önemli banka yetkililerinden biri “millet parasını çeksin, sonra da hırsızlara gün doğsun değil mi” diye gizliden tehditler savuruyor halka? Hırsızı yaratan sistem de kapitalizm değil mi?

Neden, her sabah işe giderken, Zincirlikuyu durağının yanındaki telefon kulübelerinin önünde dikilen o liseli arkadaşlara gözüm takılıyor. Kafa tokuşturmak dışında hiçbir şey yapmadan öylece dikilip duruyorlar... Tamam, biliyorum; bizde eğitim bir yanıyla askerliğe hazırlık olduğu için liseli dediğin de ayakta dikilmeyi iyi öğrenmiş bir ademoğludur, doğru ama gördüğüm modern liselilerde bir ‘duruş sorunu’ var.

Söz konusu arkadaşlar, pazar günleri mahalle bakkalının önünde ya da Taksim’deki Börgır’ın orada bekleşirken de böyle dikilir; al götür St. Marco Kilisesi’ne, orada da... Biraz italik, hafif şaşkın ama sinirli, her an küfür edecek, biriyle kafa tokuşturacak; her an, nasıl arkadaşsa, hiçbir derdini bilmediği sözde arkadaşına “kanka” diyecek...

Sana ne oluyor diyeceksiniz, sen ne karışıyorsun! Karışmıyorum, rahatsız oluyorum sadece. Mesela neden koca internet evreninde sadece Facebook’a girip taksitle alınmış pahalı ama kontörlü telefonları sayesinde, ayna marifetiyle çektikleri abuk sabuk fotoğrafları profillerine yüklemekten başka bir şey yapmıyorlar?

Neden uzun yazılmış bir yazıyı okuma ihtimalleri hiç yok! Özeti varken gerek duyulmuyor uzun yazılara. 16-17 yaşlarındalar ama 18 roman okumuş değiller! Neden İnce Memed bilmeden büyüyorlar, Orhan Kemal, Raskolnikov bilmeden? Neden kızlar Reşat Nuri’yi Yaprak Dökümü’nden, erkekler Oscar Wilde’ı Ezel’in Ramiz Dayı’sından hatırlıyor? O Ramiz Dayı’nın zamanında Yılmaz Güney filmlerinde oynamış bir güzel devrimci olduğunu bilenler bozuluyor mudur?

Küçümsemek mi? Haşa! Kimim ki küçümseyeyim? Fakat tarafsız da kalamıyorum. İnsanın on yedi yaşındaki kahramanı neden Abdullah Çatlı ya da Ağca olsun? Neden kendilerini anlatabilecek, fazladan on cümleleri yok? Bunca yoksul mu bu çocuklar? Neden Kurtlar Vadisi bile “bana başbakanı bağlayın” repliğiyle ya da elde gezdirilen atom bombalarıyla ya da beyinden şırıngayla hafıza çekme sahneleriyle bile onlar için halen mükemmel?

Neden o kızlar, kendilerine “ulan” diye hitap eden sevgililerine, kavga sırasında bile sürekli “aşkım” diyor? Henüz lisedeyken neden tek dertleri ilerde bir araba, bir ev ve bir iş? Neden her şeyin zevkini aldıktan sonra zevksiz bir evlenmeye bunca meraklılar? Neden onların üzerinde her şey bunca birbirine karışıyor? Neden bir gün bile farklı bir gazete alıp okumuyorlar? Neden onlar için entel filmi diye bir şey var? Neden bu kadar gençken dünyaya bakışlarındaki kokuşmuş manzara darlığı? Bunlar mı acaba şairin “gençken / peş peşe kaç gece yıllarca / acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım” diye hatırladığı gencömrü sürenler?

Sözüm o arkadaşlar nezdinde öyle yaşayan kalabalığa. Ne olacak bu gençliğin hali, diye sızlanıp durduğumu sanmayın. Yazımın ilk kelimesinin NEDEN olduğuna dikkat buyurun. Derdim biraz soru sormak. Doğru sorulmuş soruların önünde hiçbir duvarın duramayacağını biliyorum. Soruya gelin mesela: Dünyada bunca yiyecek varken neden insanlığın altıda biri, her yeni sabaha, o gün midesine bir tas yemek girip girmeyeceğini bilmeden uyanıyor. Başka insanların sıkıntısıyla, derdiyle dertlenmeyenin insanlığından şüphe etmek gerekmiyor mu?

Neden AKP, AB uyum yasalarına uymak savıyla, AB’nin böyle bir istemi olmadığı halde, tam da HES mevzusu ellerinde patlamak üzereyken Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu çıkarıyor? Neden bu tasarının on birinci maddesinde şöyle bir ifade var: “... bir alanın korunan alan niteliğine sahip olup olmadığı Bakanlıkça incelenir. Korunan alan niteliği taşıdığına karar verilen alanlardan orman rejimine tabi olanlar Bakanlıkça, diğer alanlar ise Bakanlar Kurulu tarafından korunan alan olarak belirlenir...”

Oysa mevcut Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 7. maddesinde “... kültür ve tabiat varlıkları Bakanlıkça veya diğer ilgili kurum ve kuruluşların uzmanlarının yardımlarından faydalanılarak tespit edilir” deniyor.

Neden yeni tasarı, ilgili kurum, kuruluş ve uzman yardımını devre dışı bırakmaktadır?
Yetmiyor ama evet midir? Neden?