Bir kafile içinde bir yandan ağlayan, yürüyen, annesinin elini gitgide daha sıkı tutan bir çocuk var. Bir yandan da –diğer eliyle- gözyaşı içindeki gözlerine akın eden sinekleri kovuyor. Toz-toprak, sinekler, ellerinde tüfekleriyle etraftaki saçsız sakalsız -çelik miğfer içinde kan ter içinde- leşkerler. Nereye gittiklerini kafile içinde ve dışında bilen yok. Ama çocuk bir ara annesinin 'dereye götürüyorlar, bizi yıkayacaklar' fısıltısını duydu.

Mehmet isimli bu küçük çocuk, yolculuğu tamamlayamayacak. Annesi, onu bir uçurumdan aşağıya itecek. Çocuk boşluğa düşecek, sineklerle birlikte. Biraz çalı çırpı ayaklarında, kolları kanlı, ama derede şimdi onları yıkar. Günler ve geceler bir ağaç kovuğunda, bir mağarada, darı ve arpa başakları yiyecek. Sonra annesinin olmadığı başka yorgun bir kafile bulacak ve bir süre sonra teslim olacaklar. Af çıktı, batıya gidecekler.

Yolda tren, vagon, ova, bina görecek, en sonunda bir köye atılacak. Önce adı Halil olacak. İyiliksever bir ailenin evlatlığı olacak, okula gidecek, büyüyecek, evlenecek. Ara sıra uykusunda ya da iki kadeh içip kederlendiğinde, ya da denize uzun uzun bakıp kendini kaybettiğinde sayıkladığı o kafile, sinekler, elini sıkı sıkı tuttuğu annesi ve tam dibini gördüğü uçurumu hiç unutmayacak. Babalar korkak olur, merak ve öğrenme duygusu evlatlara geçer. Oğul Adem, yarım yüzyıl sonra tersinden bir yolculuk yapacak. Bu acıklı hikâye, itilenlerin alınyazısıdır.

∗∗∗

Geçen yüzyılın tam bu yıllarında, karada ve denizde imparatorluklar çatırdarken, tarlada çiftçinin, evde kadının, bey toprağında rençberin, bundan sonra padişaha veya krala değil, adını yeni duydukları bir ulusa sadık oldukları duyurulur. Yeni çağda imparator değil vatan, ümmet değil ulus vardır. O tozu dumana katan, sayısız devletin kurulduğu günlerde imparatorluk sözcüğü küfürle özdeştir. O yüzyıl sonunda -Sovyet İmparatorluğu da paydos ettiğinde-, ulusun yükseldiğine herkes yeminler etti. Ama imparatorluk, Amerikalı kılığında yine popüler oldu. Tarih baba –bir yüzyıl içinde belki yüz defa- yanıltır insancıkları.

O yüzyılda kaç ülke kuruldu, kaçı yıkıldı, kaçı hâlâ sallanıyor. Kaç insan, kaç hane, aşiret, boy, köy, kasaba, şehir, ekonomik, sosyal, geçim kaynaklı yollara düştü, kaçı yolda ya da gittiği yerde dermansız kaldı. Kaç kişi, doğduğu topraklardan kovuldu, itildi.

Peki bu yüzyılda kaç milyon kişi doğudan batıya, güneyden kuzeye göç etti, kaçı yollardadır, bilinmez. Ama onların acı, yalnızlık, gözyaşı, umut ve hayalkırıklığıyla bezenmiş deneyimlerinin –Mehmet’in hafızasındaki kadar- bir yeri var, şu kocaman dünyanın hafızasında. Geçen yüzyıl itilenlerin yüzyılıydı, korkarım bu sonuncu -Ukrayna, Moskova, Gazze- daha kötü olsun.

∗∗∗

1 Mayıs 1977’de İstanbul Taksim Meydanı'nda öldürülen 34 kişinin anısının sımsıcak izleri var, şu aç, çıplak, üşümüş, şaşırmış, dağılmış toplumun kafasında. Panzerin altında ezilenin, kurşunla gidenin, hastaneye gidemeden kan kaybından ölenin. O yüzden -geçen hafta- hiç üşenmeden toplandılar, dev barikatlara aldırmadan. Adları çoktan unutulmuş işçi kurbanları tazelediler. Buna anma diyorlar.

Ama anma yanında anma var. 4 Mayıs, Mehmet’in yolculuğunun ve sürgünün başladığı günün tarihidir. Neredeyse bir yüzyıl evvel alınan bir kararla, henüz beş-altı yaşındaki Mehmet o yollara düştü, oğlu başarsa da o köyüne hiç dönemedi. Onları anan pek yok. 4 Mayıs’taki sessizlik ondan.

Bari biz analım dedim hiç değilse bir gazete sayfasında, Mehmet’i, Halil’i, Adem’i, Gabi’yi, Seyit Ali’yi ve diğerlerini. Onların hikâyesini toplayan ve bu yüzyıla acı bir romanla (“Anne beni neden ittin”) ulaştıran Hüseyin Çağlayan’a teşekkür edelim.