Sermaye kesiminin faaliyet dışı kâr alanlarından biri de Hazine’ye borç vermektir. Sermaye, ödediği Kurumlar Vergisi kadar faiz geliri elde etmektedir! Üstelik kurumlar vergisinin yüzde 50’si kadar vergi teşvikinden yararlanmayı da ihmal etmeden!

Ekonomik politikalar ve bütçe

Seçimler sonrasında beklenen oldu. Yeni ekonomi yönetimi, AKP iktidarının bir önceki “ekonomi” üçlüsünün (Erdoğan-Nebati-Kavcıoğlu) enflasyonu azdırma, bütçe açıklarını zirveye taşıma, döviz rezervlerini eritme, kamu dış borçlanmasını patlatma, dövize endeksli iç borçlar ve KKM gibi kamu maliyesini felce uğratan yeni kara delikler yaratma gibi günahlarını; ayrıca bu enflasyonist ortamda sermayenin tekelci fiyatlama davranışına (kârlarını keyfi olarak artırmasına) daha fazla yol açmış olmasını, gelir ve servet dağılımını daha da bozmasını hiç dikkate almadan, sorumluluğu ücret artışlarına havale edip sınıfsal tercihini ortaya koymuş durumda. 

Sınıfsal saldırıya uzlaşmacı yanıtlar 

Peki, böylesine gerçekdışı gerekçelerle sorumluluğu geniş halk kesimlerine yüklerken güvendikleri nedir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 31 Mart seçimlerinde halktan güçlü bir tepki almalarına rağmen emek karşıtı bir programda ısrar etmeleri neye bağlıdır?  

Erdoğan kritik açıklamayı hemen yapmamış mıydı? Mealen yazarsak “31 Mart’taki yerel seçimlerdi, ama Mayıs 2023 seçimlerinde merkezî iktidar bize verildi ve hâlâ bizde”. Bu aynı zamanda, “gerekirse belediye başkanlarının ömrünü de biz tayin ederiz” yaklaşımıdır. Dolayısıyla, sosyal zorlamanın (güvenlikçi devlet ile sınıfsal yargı sisteminin) dozunu artırmayı ima eden despotik yönelimli bir iktidarın tavrını ortaya koymakta. 

Yukarıdaki iki soruya dönelim: İktidar ne siyasi muhalefetten ne emek cephesinden sandık tepkisi dışında kitlesel tepkiler beklememektedir. Peki neden? Siyasi cepheye bakılırsa, CHP ve onun Meclis’e taşıdığı AKP türevi partilerin ve İYİP’in ekonomiye yaklaşımları, “Altılı Masa” örneğinde görüldüğü gibi, mevcut uygulamalara bir doz “sosyal devlet” sosu eklenmiş halinden başka bir şey değildi. Yani ortodoks (ve de eskimiş) neoliberal politikalara siyasi bir karşıtlık geliştirilmemişti. Şimşek yönetimindeki politikaların ve yürürlükteki Orta Vadeli Programın (2024-2026) aslında tutarlı bir istikrar programı bile önermiyor olması, “ücret artışları sebep, enflasyon neticedir” sığ saplantılarıyla hareket ediyor olması buradaki konumuz değildir. Şimşek ekibinin uyguladığı politikalara bütüncül bir alternatif oluşturma hazırlığı olmamasıdır.  

Biraz da ana muhalefetin, “ekonomiyi onlar bozdu, bırakalım bu anti-popüler programla iyice yıpransınlar” beklentisine girmesidir. Dolayısıyla muhalefetin mevcut uygulamalara cepheden karşı çıkamayacağı ve fırsatçı bir beklentiye girmiş olduğu anlaşıldığı için, iktidarın siyasi cepheden sıkıştırılmaktan korkacak durumu yoktur. Bu arada Erdoğan’ın CHP başkanıyla görüşmesi Meclis içi tepkileri yumuşatma çabası olduğu kadar Meclis’in ve toplumun bir Anayasa değişikliği gündemine sıkıştırılmak istenmesi amaçlıdır. Bunlara bir de dış politika bunalımı eklenirse ekonomik programa muhalefet iyice gündem dışına itilebilir.  

Sendikal tepkilerin sınırlılığı 

Öte yandan işçi ve memur sendikaları konfederasyonları üzerinden de meydanlara taşacak tepkiler beklenmemektedir. Bu konfederasyonların yönetimleri, DİSK hariç, öteden beri bu iktidarı üzmeyecek “yanlı” tutumlara sahiptir. Emek kesiminin değil de sermaye iktidarının taleplerine duyarlı hale getirilmişlerdir; o kadar ki Şimşek programını kaçınılmaz görmeye daha yatkındırlar. Yöneticileri, sert bir muhalefet yapmaları halinde iktidarın hışmıyla karşılaşacaklarının ve kariyerlerini kaybedeceklerinin kaygısıyla hareket etmektedir. Dolayısıyla genel yönelimleri solda konumlanmadığı gibi, 1988-99 döneminde olduğu kadar bile toplumsal tepkileri örgütleyebilecek durumda değillerdir.  

Şu karşılaştırmayı da yapmak gerekir: Emek karşıtı programlar IMF güdümlü olarak hem 24 Ocak 1980 Kararlarıyla 1980’lerde hem de 2000’lerde uygulanmıştı. Aradaki fark şudur: 1980 öncesinden gelen güçlü işçi sendikacılığı ve sol siyasetler ortamında 24 Ocak Kararlarının uygulanması sert sınıf tepkilerine çarpacaktı. Bunu bildikleri için 12 Eylül faşist darbesi tüm muhalefeti ve sendikaları ezdi, faaliyetlerini sona erdirdi, birçok siyasetçi ve sendikacıyı tutukladı. 2000’de başlayan sert IMF/DB programlarının uygulanabilmesi ise kitle tepkilerini din üzerinden uyuşturan bir siyasal İslamcı iktidara ihtiyaç duydu. AKP, IMF programını sadakatle sürdürdü. Hem dış kaynak girişlerinin artışı hem de kitlelere geniş borçlanma olanaklarının sunulmasıyla –yoğun özelleştirmelere rağmen– tepkiler sınırlandırılabildi.  

AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca sosyal zorlama uygulamalarının tavan yapması ve genel bir korku ikliminin yaratılması sonucunda bugün gelinen noktada emek karşıtı programa emeğin tepkisinin örgütlenmesi gene kısıtlanmış durumdadır. Tabii geniş toplumsal tepkilerin ne zaman patlak vereceği çok kestirilemez, ama siyasal/sendikal örgütlülük temelinde olmasının önü kesilmiştir. 

Bölüşüm ilişkilerinin aynası: 2024 Bütçesi 

Örnek vaka olarak 2024 Bütçesini alalım. 2024 Bütçesi 2 trilyon 651 milyar 900 milyonluk  bir büyük açıkla bağlandı. Bunun 11,089 trilyonluk  bütçe büyüklüğe oranı yüzde 23,9’dur; GSYH’ye oranla da yüzde 6,4’tür. Tarihsel bir açıktır. Üstelik, 2023 açığına göre 2024 açığındaki artış yüzde 92,9’dur, yani enflasyondaki artış hedefinin 2,5 katıdır. Bütçe açığı 2023’te başlangıç hedefi olan 659,4 milyarın 2,1 kat (veya yüzde 108) üzerinde 1,375 trilyon  olarak gerçekleşti. Açıkta bir patlamaydı, 2024 bunun üzerine yüzde 92,9’luk yeni bir patlama öngörüyor. Üstelik bu hedef dahi yıl sonunda aşılabilir. 

Öte yandan 2024’ün ilk çeyreğindeki bütçe gerçekleşmeleri şimdilik daha ılımlı gidiyor. İlk çeyrekte bütçe açığının 513,5 milyar TL olması çok konuşuldu; kuşkusuz ilk çeyrek artışı olarak bir rekordur. Ama sonuçta yıllık açık öngörüsünün yüzde 19,4’üdür; bunun nedeni ilk çeyrekte hem harcamaların hem gelirlerin bütçe hedefine göre aynı yüzde 19,4 oranına demir atmasıdır. 

Eğer bütçe gerçekleşmeleri yıla eşit dağılıyor olsaydı yüzde 25 dolayında çeyreklik gerçekleşmeler görülürdü. Ama iyi biliniyor ki, bütçe gerçekleşmeleri yılın son çeyreğine yığılır; hatta 2023’te anormal bir biçimde yılın son ayına yığılmıştı. 

Yürütmeye bütçe açıkları kadar borçlanma yetkisi verilir (ama son zamanlarda bunun aşılması âdetten olmuştur). Hazinenin borçlanması bütçeye faiz gideri olarak yansır. 2024 faiz gideri öngörüsü 1,254 trilyon TL’dir. Sermaye kesiminin faaliyet dışı kâr alanlarından biri de Hazine’ye borç vermektir. Sermaye, ödediği Kurumlar Vergisi kadar faiz geliri elde etmektedir! Üstelik kurumlar vergisinin yüzde 50’si kadar vergi teşvikinden yararlanmayı da ihmal etmeden!  

Böylece işin çözümü, her zaman sermaye lehinedir. Bütçeden sermaye lehine yapılan transfer harcamaları (ki Aralık 2023’te aylık temelde tavan yapmıştı) dışında bütçe cari ve yatırım harcamalarının mevcut ihale düzeninde sermayeye yeni kâr alanları sunduğu açıktır. Buna karşılık, bütçe personel giderinin bütçedeki payı bütçe yüzde 23 oranıyla bütçe açığının bile gerisindedir. Fransa’da personel ödeneği/bütçe oranı yüzde 45’tir. Bu, Memur-Sen gibi sendikaların da marifetidir.  

Demek ki, halka dönük bir bütçenin önce kendi personeline verdiği değer artmalıdır. Sonra eğitim ve sağlık gibi toplumsal hizmetler asla piyasaya bırakılmamalıdır. Diğer sosyal harcamalar da OECD ülkeleri düzeyine getirilmelidir. Bunun ön koşulu ise sermaye iktidarlarının kesintisiz tahakkümünden kurtulmaktır.