Tam dört yıl önce bugün, İstanbul Davutpaşa’da Maytap Atölyesi’nde meydana gelen patlamada, 21 insanımız yaşamını yitirdi. 130 can yaralandı. Tam 4 yıldır, yakınları o insanımızın, “seslerine, kokularına, sıcaklıklarına, yarenliklerine hasret”, “İş kazası değil, bu bir Cinayet!” diye haykırıyorlar. Davutpaşa’yı unutmamaya ve unutturmamaya kararlı, adalet isteyerek “sorumlular yargılansın” diyorlar.

Yitirdikleri canların, canlarımızın kanı peşinde değiller. Bütün kaygıları ve mücadeleleri, “ekmek mücadelesinin işçinin hayatına mâl olmaması, işçi güvenliğinin sağlandığı, daha insani çalışma koşullarının yaratılması ve denetim sorumluluğu olanların görevlerini gereği gibi yapması” için.

Farkındalar ki, Davutpaşa’da olanları, yiten onca cana karşın hiç tutuklanan olmamasını, paşa paşa kabullendiklerinde, bu türden olayların tekrar tekrar yaşanmasını da kabullenmiş olacaklar.

Bu yüzden, Davutpaşalılar olanları paşa paşa kabullenmek değil, “İhmal edenlerin, denetlemeyenlerin, haksızlık edenlerin, kayıtsızlığı teşvik edenlerin, işçinin güvencesizliğinden kendilerine güvenli hayat kuranların kâbusu ve huzursuzluk kaynağı olacak bir odak yaratalım” istiyorlar (www.davutpasayiunutma.org).

Birilerinin kendilerine güvenli hayatlar kurma çabalarına paşa paşa destek olmak, bizi olduğumuzdan çok daha kötü noktalara taşıyor. Bunu, bırakın Thoreau karşındaki Waldo’yu, market rafındaki baldo bile anlayabilecekken, hâlâ anlayamayan arkadaşlarımızın olması ne yazık!

12 Eylül referandumunda yetmeyeceğini bilsek bile, ileri doğru bir adımdır diye “evet” demiştik ama, gelin görün ki bugün, Davutpaşa sorumlularının içeri alınmadığı, alınan gazetecilerin ise zinhar salınmadığı bir ülke olduk.

Öyle olduk ki, Paul Aster Kış Günlüğü kitabının ilk basıldığı ülke Türkiye’ye, davet edilse bile gelmeyecek: “Hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyorum! Kaç kişi oldu? 100’ü geçti mi? Biz demokratlar Bush’lardan kurtulduk. Bir savaş suçlusu olarak yargılanması gereken Cheney’den kurtulduk. Neler oluyor Türkiye’de! En çok endişelendiğim ülke. Demokrat yasaları olmayan ülkelere gitmiyorum davet alsam da. Aynı sebeple Çin’den gelen davetleri de geri çeviriyorum. Bu hükümetleri protesto ediyorum.” (Hürriyet)

 

Doğan Akın, İkinci Cumhuriyet”in fikir babası, 28 Şubat’a karşı çıkan, AKP’ye kuruluşundan itibaren destek veren, İslamcı-liberal ittifakının temsilcilerinden biri, kararlı bir ‘yetmez ama evet’çiydi” diye tanımladıkları Mehmet Altan’ın T24’e verdiği röportajı iyi özetlemişti:

(Hükümete) Dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi… Deniz Feneri, Uludere, Şike Yasası konuları tabu. Demek ki biri, Türkiye medyası için düğmeye basabiliyor. O zaman, bunun tek parti rejiminden ne farkı var? (…) … Sadece eskiden o sistemi (medya) askeriye kendi lehine işletirken şimdi siyasal iktidar yönlendirmekte.(…) Bir medya mecrasına normalde ilan vermeyecek olanların ya da iktidarın manyetik alanında olanların mecburen verdiği ilanları kast ediyorum. (…). Hükümet neye kızıyorsa, oraya oto-sansür giriyor. Meslek ilkeleri yerine ‘hükümet buna kızar, buna kızmaz’ anlayışı devreye giriyor. (…) ‘Bunu yaz, bunu yazma’ diyorlar. (…) Evren’i yargılıyoruz ama 12 Eylül rejimini tüm varlığıyla yaşatmaya da devam ediyoruz…’Eski rejim’ yeni ellere geçiyor izlenimi bundan dolayı yaygınlaşmakta. (…)

Ana muhalefet lideri Uludere için “Vur emri Başbakan’dan” diyor, bir başka memlekette olsa yer yerinden oynayacakken, bizde yaprak kımıldamıyor. Hrant’ın davasında, tabii iktidar yargıya müdahale edemediğinden (!), iktidarı da şaşırtan bir karar çıkabiliyor.

Ve hep aynı şey söyleniyor: Bekleyin, daha süreç bitmedi! Paşa paşa bekleyin…

Oysa, Mehmet Altan’ın şimdi söylediklerinden de anlıyoruz ki, 12 Eylül’de paşa paşa “evet” denerek “12 Eylül rejimi”nin demokratikleşmesine değil, onun ele geçirilmesine ve tüm kurumlarına hakim olunmasına kapı aralanmış.

Hiç değilse o günden bugüne yaşadıklarımız yetse artık da, anlayabilsek. Evren’in yargılanmasına tav olup, raftaki baldo gibi kalmasak!