Etki Raporu'na (ER) ilişkin bu dördüncü yazımızda, müzakere sürecinin niteliğine ilişkin görüşlerimizi ve genel değerlendirmemizi anlatacağız.

Etki Raporu'na (ER) ilişkin bu dördüncü yazımızda, müzakere sürecinin niteliğine ilişkin görüşlerimizi ve genel değerlendirmemizi anlatacağız.

ENGELLİ MÜZAKERE SÜRECİ
Türkiye'nin AB'ye üyeliği Kıbrıs sorunu aşılarak gerçekleşse bile, Türkiye'nin AB içindeki konumu en iyi ihtimalle ikinci sınıf bir üyelik olacaktır. Kaldı ki, ikinci sınıf üyeliğin gerçekleşmesi bile bir hayli zor gözüküyor. Çünkü 17 Aralık tarihli belgede Kıbrıs dışında çok sayıda yığınla koşul var. Doğrudan koşul olarak belgeye giren maddeler (başta emeğin serbest dolaşımına getirilen kısıtlamalar olmak üzere çok sayıda kısıtlama var) dışında, dolaylı koşullar da bulunuyor. Güneydoğu koşulundan Ege'de tavizler, Fırat-Dicle sularının uluslararası bir yönetime devredilmesi ve Ermeni soykırım tasarılarına kadar 10 dolayında karar bulunuyor. Bunlar masaya "aynen Kıbrıs konusunda olduğu gibi" süreç içersinde koşul olarak getirilecektir.
Bunları kabul etseniz ve çözseniz bile, üyeliğiniz garanti değildir. Çünkü, Türkiye'ye özgü bir müzakere süreci konulmuş durumdadır. Buna göre, Türkiye müzakereleri eskiden bugüne kadar olduğu gibi, sadece Komisyon'la teknik olarak sürdürmeyecek, aynı zamanda hükümetler arasında konferans şeklinde 25 üye ülkeyle de müzakere edecektir.
Bu şu anlama geliyor; önüne gelen bir dosyadan, örneğin sosyal haklar, tarım veya başka bir dosya ile ilgili AB müktesebatını kendi bünyesine yedirdikten sonra Türkiye bunun uygulamasını yapacak ve uygulamada da en azından yüzde 40 düzeyinde başarılı olduğu sonucu ortaya çıktıktan sonra AB Komisyonu, "Türkiye bir sonraki dosyaya geçsin mi?" diye üye ülkelere soracaktır. Bunun için 25 ülkenin ittifakı gerekecektir. Bu şimdiye kadar hiçbir ülkeye uygulanmış bir sistem değildir.
Bu yöntemin masumane bir müzakere yöntemi olmadığı açıktır. Kıbrıs bittikten sonra daha önce sözünü ettiğimiz Ermeni soykırımı ve Ege sorunu gibi konular masaya yatırılarak Türkiye'nin bir dosyadan diğerine geçmesi engellenebilecektir ve de üstelik bu dosyaları başarıyla tamamlamış olsanız dahi.
Bütün bunlardan sonra, elde edilecek üyelik ikinci sınıf bir üyelik veya bir tür özel statü olacaktır. Çünkü, teklif edilen üyelik ile, Türkiye çok önemli ve daimi kısıtlamalara tabi tutulmaktadır.
Türkiye, kendisinden istenen tüm bu tavizleri verip başarılı çıksa da (kaldı ki, bu süreç birkaç kez duraklayacak, askıya alınacaktır) üyelik yine garanti edilememektedir. Bu iki nedenle böyledir. Birincisi; bütün bunlar gerçekleştirilse bile son sözü AB söylemektedir. AB "bu kadar büyük bir ülkeyi hazmetme kabiliyetim yok" derse üyelik hayal olabiliyor. Bu hiç te uzak bir ihtimal değil. İlerleme Raporu'yla birlikte hazırlanan Etki Değerlendirme Raporu'nda böyle bir ihtimali çağrıştıran çok sayıda bir tespit yapılmaktadır. İkinci engel ise, AB üyelerinin bazılarının referanduma gitme ihtimalidir. Şimdiden Fransa ve Avusturya bunu zaten açıkça ifade etmiş durumdadır.
Görülüyor ki, AB'ye üyelik için öngörülen yol hiç te öyle iddia edildiği gibi "düz ve tanımlanabilir" bir yol değildir.

ÖZEL STATÜ DEĞİL ÖZEL İLİŞKİ
Üyeliğin gerçekleşmediği durumda bile, bu konumun değişmeyeceği anlaşılıyor. Çünkü, dolaylı koşullar sorunu çözülse bile doğrudan koşullar (kalıcı kısıtlamalar) üyelik konumunda bile demoklesin kılıcı gibi Türkiye'nin üzerinde sallanacaktır. Görülüyor ki, Türkiye'ye biçilen konum "özel statü"den öteye gitmemektedir.
AB'nin içinde veya dışında kalma ikileminden kurtulmak isteniyorsa, özel statünün her türlüsü reddedilmelidir. AB içinde kalındığında bu pek mümkün değildir; ama AB dışında kalındığında böyle bir seçenek mevcuttur. Türkiye, bu durumda kendisine dayatılan özel statüyü kabul etmek zorunda değildir, onun yerine kendisinin tarif ettiği ve şekillendirdiği "özel bir ilişki" geliştirebilir. Bunun literatürdeki teknik adı Serbest Ticaret Anlaşması (STA)'dır. Ancak bu durumda Türkiye, Gümrük Birliği'nden çıkmak zorundadır.
Bilindiği üzere STA, üyeleri arasında ticareti kısıtlayan veya engelleyen tarife ve kotaların kaldırıldığı, üyelerin birlik dışında kalanlara karşı ise Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) uygulama zorunluluğunun olmadığı bir ekonomik bütünleşme şeklidir. Ayrıca, STA'nda üyelerin bölge dışında kalan ülkelere karşı bağımsız ekonomi politikası uygulayabilme seçeneği vardır. Hiç kuşkusuz, Türkiye'nin hem kendi deneyimi hem de başka ülkelerin deneyimlerinden de görüldüğü üzere AB ile yapılacak bir STA'ndan büyük kazancı olacaktır. Türkiye, bu anlaşma ile üçüncü ülkelerle olan ticaretini geliştirecek ve OGT'ne uyumun gerektirdiği telafi edici vergi uygulama zorunluluğunun olmaması nedeniyle ithalatını göreli olarak daha ucuz gerçekleştirebilecektir.

IMF-DB PROGRAMINA HAYIR
Bütün bunların ötesinde, "AB'ne evet- hayır" ikileminden gerçek anlamda kurtulmak isteniyor ve gerçek bir alternatif aranıyorsa, bunun biricik ve en geçerli yolu IMF-DB patentli programdan bir an evvel kurtulmaktır.
Türkiye'nin bu tür programlarla ister AB içinde olunsun isterse AB dışında kalınsın kendine bir gelecek oluşturması ve kalkınabilmesi mümkün değildir. Bu programlarda bugünkü gibi ısrarcı olunması halinde, gelir dağılımı ve ekonomik bağımsızlık açısından bugünü bile arar hale gelebiliriz. Tabii ki, sorun "karşıyız" demekle çözülmüyor; alternatifinin de üretilmesi ve gösterilmesi gerekiyor. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, Türkiye kendi vizyonunu ve amaçlarını kendisi ortaya koymalı ve üretmelidir. Bu vizyonun oluşturulmasında, emekçi sınıfına ve onun örgütlerine büyük görevler düşmektedir.