Yolda iki genç kız kesiyor önünü. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden gelmişler.

Yolda iki genç kız kesiyor önünü. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden gelmişler. Tanışıyorsunuz, orada katıldığın çeşitli panellerden… Bir belgesel yapıyorlar Emek Sineması üzerine. “Emek Sineması desek, bir-iki kelimeyle ne dersiniz” diyorlar. “Çocukluğum, gençliğim…” diyorsun. Sonra ekliyorsun, “bir de veto… ama bu anlaşılmaz”…

Seksen darbesinin hemen ardından gerçekleşen ilk seçimlerde, Erdal İnönü ve hatırlayamadığın kimi adayların veto edildiği haberi Emek Sineması’nda duyurulmuştu.

İstanbul Film Festivali günleriydi. Çıkanlar, dönenler, kaçaklar ve iletişimi kopmuş birçok insan Emek Sineması’nda karşılaşmakta, birbirine yeniden dokunmaktaydı.

Erkenden geliniyor… Kapı önlerinde, lobide kucaklaşmalar, gülümsemeler, nemli bakışlarla sohbetler ediliyor, fısıldaşılıyor, yeniden yeniden kucaklaşılıyor, küçük sevinç nidalarıyla bir başkası fark ediliyor… İçerden haberler soruluyor, yaşananlar anlatılıyor…

Seçimlere karar verilmiş… Herkes seksen darbesinin kâbusunu unutmak istiyor sanki. Sosyalist bir muhalif hareket söz konusu olmasa da tedirgin ve karmaşık bir rahatlama duygusu hâkim. Festival filmlerinin dünyasında kendini yeniden kurmaya çalışıyor belli çevreler.

İşte o günlerden birinde… Emek Sineması’nın lobisinde bir ses yükseldi: … veto!

Kimi insanların yüzünde yıkılmışlık, kendi kabuğuna çekilme telaşı… Darbe bir kez daha bomba gibi düştü o rehavetin ortasına. Sistem kendisini bile buduyordu.

*

Aradan yirmi yılı aşkın bir zaman geçmiş. Senin sonsuz anılar biriktirdiğin Emek Sineması konuşulduğunda ilk hatırladığın bu olabiliyor… Daha genel bir ifadeyle yasalarıyla, ahlakıyla, politikalarıyla, travmalarıyla toplumun yakasını bırakmayan seksen darbesi…

*

O akşam Emek Sineması’nın yok edilişinin itirazı dillendirilecek… aklında ‘veto’ anısı. Çünkü o kelime ve sesin aslında seksen darbesinin bitmediğinin uyarısı olduğunu düşünüyorsun. Ve toplumun adım adım yok edilen hafızasını… İnsanî olanın ötekileştirildiğini. 80’in baskıyla, tüketimle sürmekte olduğunu.

Ama gariptir, yine Emek Sineması’nın sokağında, yeniden bir ‘veto’ haberi, sizi son otuz yılla yüz yüze getiriyor. İnsanlara bakıyorsun. İçinde kabaran öfkenin karşılığını buluyorsun o yüzlerde.

Çünkü değiştirmenin, alternatif olmanın, teslim olmamanın, tarihin ve seksenin karanlığından kendini inşa etme kararlılığının rüzgârları esiyor. Bu sosyalistler için bir dönemeç.

*

Medyada polemikler, olasılıklar, yorumlar bir şaşkınlık haline yapışıp kalıyor çoğunlukla.

Yasa, hukuk, adalet, vesayet kavramları yine kurşun gibi vızıldıyor ortalıkta. ‘Kimin’ sorusu sorulmadan. ‘Sınıf’ kavramından bir tabu gibi sakınılarak. Bir panik hali bu. Ama ‘demokratikleşme sürecini’ ihale edenlerin kekeme uğultularının içinden kararlı sesler de yükseliyor. 

Artık bu ‘veto’ - nun bir siyasi darbe, bir provokasyon, bir komplo olduğunu söylemek de yetmeyecek, bilinmeli… Çünkü bunu söylemeyen yok. Hatta artık ‘Kürtler’in talepleri ve temsiliyeti’ (ve etnik sorunlar) çözülmeden yol almanın mümkün olmadığını da herkes söylüyor. Ama ifade edilmeyen şu: devletin yüz yıllık refleksleri tiranlarla çözülemez.

Önümüzdeki günler ne gösterecek…

O ki, sistemin tıkandığını ve sosyalistlerin sırat köprüsünde durmakta olduğunu işaret etmek gerek.

Her şey bir yana içindeki duyguyu… politikaların, tahlillerin üzerinden kalp çarpıntılarıyla yaşıyorsun… Geleceğin temsilcileriyle birlikte Ertuğrul Kürkçü o kürsüden konuşmalı… Kırk yılın bizden aldıkları ve hafızamız adına. Ve de hayallerimiz.