KADİR CANGIZBAY

Çocukluğumda, yani bundan 50-55 yıl önce, birkaç kez tanık olmuştum; akşam iş dönüşü saati, adam Karaköy’de yer tezgahı açmış, branda bezinden, dört köşesinde de içinden ip geçen birer halka, ipi iki ucundan çekti miydi aynen bir bohça gibi büzebileceği cinsten. Tirbuşon, konserve açacağı, dolmakalem, kalemtraş-silgi-kalem seti gibi ufak tefek bir şeyler satıyor, “batan geminin malları bunlar” diye avaz avaz bağıraraktan, gerçekten de müthiş ucuza. Millet kapış kapış satın alır; ama, aradan bir on dakika geçmez ki, bir iki müşteri aldığı malı geri getirir “yahu bu bozukmuş, bir çalışanını ver, olmadı paramı iade et” diyerekten; işte o an bir zabıta memuru belirir meydana açılan sokaklardan birinin köşesinde, düdüğünü öttüre öttüre hızla tezgaha doğru gelmektedir. Zavallı satıcı ne yapsın ki, hem malını kaptıracak, hem de üstüne ceza ödeyecektir: Tezgahını anında bohça haline getirip sırtlar ve koşarak oradan uzaklaşır. Herkes infial halindedir: Adamcağızın kime ne zararı vardır ki, işte o da ekmek parası peşinde, bir şeyler satmaya çalışmaktadır. Herkes zabıtaya kızar; en fazla da, satıcının kaçmak zorunda kalmasıyla, bozuk çıkan malı sağlamıyla değiştirme şansını yitirenler, bir de zamanında davranıp bu çok hesaplı alış verişi gerçekleştiremeyenler.

Daha sonra babam anlattıydı: Bu yer tezgahçılarının çoğu önceden zabıtayla anlaşırlarmış, aralarında bir parola belirleyip satıcı o parolayı verdiği anda zabıta ortaya çıkar, satıcı da güya ondan kaçıyormuş gibi yaparken aslında bozuk çıkan malı değiştirmeye veya iadeye gelen ve gelecek olan kurbanlarından kurtulmuş olurmuş; zira, sattığı her ne ise hepsi bedavaya kapattığı, hatta ithalatçısını veya imalatçısını temizlik ve nakliye masrafından kurtardığı için üzerine de para aldığı defolu ürünlermiş.

AKP, hem de taa en baştan beri, hep bu tezgahçıları hatırlattı bana. Haliç’in kuzey-doğu yakası; Kasımpaşa’sından Tophane’sine, Karaköy’ünden Cihangir’ine, tabii Beyoğlu merkez olmak üzere; ara ve arka sokaklarında, hele yarı karanlıkta her şeyin her şey diye pazarlanabildiği bir dünya: Erkeğin kadın, torun torba sahibi kadının kız oğlan kız, AKP’nin de demokrat diye.

AKP, özellikle de Erdoğan, bana bir de yine çocukluğumdaki Marconi marka radyomuzu hatırlatıyor. Transistorlu radyoların Türkiye’ye gelmesi, 60’ların ortası. Ondan önce bütün radyolar lambalı, tabii bizimki de: Zaman içinde tozdan, rutubetten veya sarsıntıdan, lambaların temas sorunu ortaya çıkar; ses ya parazitlenir ya da hiç çıkmaz; işte o zaman radyonun sağını solunu çok şiddetli olmasa da yumruklamak gerekir, öyle yapınca da ses düzelir. Analojik mantıkla hareket ederseniz, -ki, o kadarını maymunlar da becerebiliyor-, radyonun sesi yumrukla düzeliyorsa, çalışmayan otomobili de tekmeleyerek çalıştırabilir, batmış gemiyi ise bir iki şiddetli kafa atarak yüzdürebilirsiniz demektir. Aynı şekilde, Ofer’le veya Büyükanıt’la iş bağlayabiliyorsam, Öcalan’la, PKK’yla niye bağlayamayayım dersiniz. Ya da, önce “Ofer’i hiç tanımıyorum”, birkaç saat sonra “bir defa karşılaşmıştık” dedim, en sonunda da içli dışlı olduğumuzu kabul ettim de ne oldu; şimdi de önce “uçağı Suriye füzeyle düşürdü”, sonra “neyle düşürüldüğü belli değil”, daha sonra da “değil Suriye’nin düşürdüğü, düşürülüp düşürülmediği bile belli değil” desem ne olur dersiniz.

Karşımızda, birkaç gün sonra çıkıp “ne uçağı, ne Suriye’si; o iki pilotu ‘Esed’ ve İsrail’le işbirliği halinde ve Silivri’deki havacıların teknik desteğiyle Kılıçdaroğlu öldürttü” diyebilecek ve Ali Demir hâlâ ÖSYM’nin başındaysa böyle bir şeyler söylemesi de bizi kesinlikle şaşırtmaması gereken birisi bulunmaktadır: Durum, son derece vahimdir.