23 Temmuz Pazartesi sabahı işyerinde, eski dostum Ömer Özgüner odama geldi ve ilk sözü şu oldu: "Diğeri nerde?" Önce anlamadım, "Kim" diye sordum. "Diğer arkadaş" dedi, "hani şu iki kişiden biri var ya AKP'ye oy veren...

23 Temmuz Pazartesi sabahı işyerinde, eski dostum Ömer Özgüner odama geldi ve ilk sözü şu oldu: "Diğeri nerde?"

Önce anlamadım, "Kim" diye sordum.

"Diğer arkadaş" dedi, "hani şu iki kişiden biri var ya AKP'ye oy veren... O nerde?"

Sonraki günlerde de bunun yaygın bir merak olduğunu farkettim. Herkes diğer arkadaşın kim olduğunu soruyordu 'çevresine'.

Evet, 'çevremize' bakıp şaşırıyorduk. Nerdeydi bu insanlar?

Ama sonuç ortadaydı; iki kişiden biri AKP'ye oy vermişti ama 'biz' bunları tanımıyorduk. Bizim 'çevremizden' değillerdi.

'Çevremiz'le ilgili bir 'sorun' olabileceğini galiba çok düşünmedik.

Farklı olanların bir arada yaşamasından söz ederiz hep. Doğrudur. Lakin bize benzemeyenlerle hayatın içinde pek temasımızın olmadığı anlaşılıyor.

Tıpkı bize benzeyen insanlarla, aşağı yukarı birbirine benzer mekânlarda ve birbirimizi onaylayarak sürdürüyoruz epey zamandır hayatlarımızı.

Elbette bunun anlaşılabilir yanları var. Gündelik ilişkilerde rahatlık sağlıyor, benzerlerimizle yaşayıp gitmek. Hatta çoğunlukla iyi hissettiriyor bizim gibi düşündüğünü bildiğimiz insanlarla paylaşmak hayatı... Kolay ve güvenli.

***

Seçim sonuçlarına sosyalistlerin cephesinden bakıldığında, siyaset yapma halimizin gündelik hayatlarımızdan çok da farklı olmadığı duygusuna kapılıyor insan.

Kökleri geçmiş zamanlara (30 yıl öncesinden söz ediyorum) uzanan arkadaşlık/yoldaşlık ilişkilerinin hâkim olduğu, genişlemek bir yana zaman içinde giderek daralan, 'birbirine en çok benzeyenler' diyebileceğimiz bir sınıra gelip dayanmış gruplaşmalar...

Özellikle şu ya da bu partiden bahsetmiyorum. Ama biliyoruz ki, her biri açısından durum, geçmişte birlikte siyaset yapmış insanların hâlâ sürdürülmeye çalışılan bir kader birliğinin ötesinde değil. Bize daha az benzeyen insanların hayatlarına uzanan bir genişleme, çoğalma niyeti bir yana -ki kimsenin bu anlamda iyi niyetinden kuşku duyulamaz, varolan yapıların bu enerjiyi üretmeyeceği anlaşılıyor.

Gündelik hayatlarımızı sürdürdüğümüz 'çevre' ile siyaset yaptığımız 'çevre' daralarak örtüşüyor. Yeni bir hamle yapılmazsa, bu süreç kolay kolay durdurulmayacak.

***

İstanbul 1. bölgede Ufuk Uras için yürütülen seçim kampanyası, öyle anlaşılıyor ki, önemli dersler içeriyor. Benzer durum, Baskın Oran'ın seçim çalışması için de söylenebilir.

Uzun süredir ilk kez bu denli yaygın ve etkin bir seferberlik haline tanık olduk. Adaylığını bağımsız olarak koyan bir sosyalisti Meclis'e göndermek için ortaya konan heves ve enerjiyi, sözgelimi siyasi partilerin seçim çalışmalarında görmedik.

Bunun üzerine düşünmek lazım.

Bir yanda seçimlerle ilişkiyi en genel anlamıyla soyut bir siyasi propaganda vesilesi olarak görmek ve bu amaçla faaliyet yürütmek...

Diğer yanda somut, ulaşılabilir hedefler (sosyalist adayı Meclis'e göndermek) etrafında seferberlik yaratmak.

Tabii ki meseleye 'ya o ya öbürü' gibi bir ikilem içinde bakamayız. Zaten ikincisinin (somut ve ulaşılabilir hedef) ister istemez birinci maksadı da (siyasi propo-ganda) içerdiği aşikâr.

***

Şimdi önümüzde yerel seçimlere uzanan bir süreç var.

Malum, yerel düzeyde somut sorunlar ve çözümleri temelinde siyaset, solun, sosyalistlerin azımsanmaya-cak deneyimlerinin olduğu bir alan. Dolayısıyla genel seçimlere göre daha etkili bir çalışma imkânı sunuyor.

Bu süreci iyi değerlendirmek mümkün. Ama, belki rahat ve güvenli, lakin küçük 'çevrelerimizin' sınırlarını zorlamak koşuluyla...

İstanbul 1. bölgede yaşanan seçim deneyiminin, herkes için yeni bir siyasi hamleyi nasıl inşa etmek gerekir sorusu üzerine düşünme vesilesi olacağını umalım.