İstanbul'un sevdiğim semtlerinden birisidir Çengelköy. Hem İstanbul'da, hem İstanbul'da olmayan bir yerdir sanki burası. İster, sahilindeki...

İstanbul'un sevdiğim semtlerinden birisidir Çengelköy. Hem İstanbul'da, hem İstanbul'da olmayan bir yerdir sanki burası. İster, sahilindeki banklarında otur denize karşı, ister meşhur kahvehanelerinden birisinde çayını yudumla aheste aheste. Geçenlerde Çengelköy'e gidişimde, bu defa mezarlığını gezmek istedim. Yıllar evvel, İstanbul'un bütün mezarlıklarını gezme gibi bir iş edinmiştim kendime. Mezar taşları üzerine antropolojik bir çalışma yapma ni-yetindeydim. Hatta bu çalışmayı, 'ölü gömme törenleri ve mezar taşları' adında kitap-laştıracaktım. O yüzden birer açık hava müzesini andıran İstanbul'un mezarlıklarının çoğunu gezmiştim, ama Çengelköy mezarlığına gitmek birtürlü mümkün olamamıştı. Mezarlığı gezerken ünlü hikayecilerimizden ve marjinallerimizden Doktor Fikret Ür-güp'ün mezarıyla karşılaşınca es geçemedim. Daha yeni Okuyanus Yayınları'ndan Doktor Fikret'in "Bütün Hikâyeleri" yayımlanmıştı. Mezarın başına oturup çantamdan kitabı çıkardım ve okumaya başladım. Sanki bu sayede onunla daha yakın bir ilişki kurabileceğimi düşündüm ya da en azından Doktor'un bunu bilmiş olsa hoşuna gidebileceğini... "Orada" adlı öyküsü açıldı önüme: "Ölenin arkasından söylenenleri duymak da çok hoşuna gidiyordu. Acıyanlara kulak asmıyordu. Yalandı söyledikleri; o gitti biz kaldık diye seviniyorlardı. Nerede öldüğünü sorunca onlar, 'sokakta' diyordu, 'sokakta yaşadı sokakta öldü.' 'Neden öldü?' 'Neden mi? Ne bileyim işte. Yaşamaktan. Sonunu getirdi.' 'Üzülmedi mi sonu geldiğine?' 'Ne bileyim? Anlamadım. Yaşadı işte. Hırızması çıktı şimdi. (Orada) Yaşamıştı diyorlar.' " Hikâyeleri, yaşamı kadar ilginçti. Hem dahiliye, hem de psikiyatri uzmanı bir doktor. Üstelik ressam, şair, dan-sör, öykücü... Sait Faik ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın doktorluğunu da yapmış... Adı Hayalet Oğuz'la birlikte anılan ünlü bir marjinal...

Mezarlıkta sadece ben yoktum. Çoğunluğu ihtiyar olan başka ziyaretçiler de vardı. Mezarları gezerken eski bir dostlarını, yakınlarını arıyor gibiydiler ve hüzünlü...

Aralarında hava çok sıcak olmasına rağmen siyah pardesü giymiş ihtiyar bir adam dikkatimi çekti. Ben de onun dikkatini çekmiş olmalıyım ki yavaş adımlarla yanıma geldi. "Merhaba" dedi. "Merhaba." "Doktor yakınınız mı?" "Hayır. Onu sadece kitaplardan tanıyorum. " "Anlıyorum. Genelde pek ziyaretçisi olmaz Doktor' un. Sanırım hikâyeleri toplu olarak basıldığı için böyle bir ilgi var bugünlerde. Yakında hikayeleriyle birlikte yine sessizce köşesine çekilir. Yanlış anlamayın, unutmanın bence kötü bir tarafı yok. Sanırım unutulmanın şekli önemli. Örneğin Sait Faik sıkça hatırlanırken, Fikret Ürgüp'ün sadece marjinal bir insan olarak anılması, onun öykücülüğünün unutulması... İşte bana hüzünlü gelen bu. "Ne yalan söyleyeyim, hak vermiştim sözlerine. Bir devrimcinin sadece macera dolu yaşamının hatırlanıp, fikirlerinin unutulması, unutturulması gibi bir şeydi bu söylediği. Ya tamamen unutmalı birisini, ya da her şeyiyle birlikte hatırlamalı. "Siz onun yakını mısınız?" "Dostuydum sadece. Kulüp 12 adında bir yer vardı eskiden. Orada dans ederdi. Görmeliydiniz onu dans ederken. Sanki bu dünyadan ayrılırdı. Aslında bu dünyadan hep ayrıydı? Belki de bu yüzden çok içerdi, bu ayrılığın acısıyla. Öykülerinde de hep o ayrılığın acısını görebilirsin." Sonra derin bir sessizliğe büründü ihtiyar adam. "Bu ayrılık ona sadece acı verseydi, hayatını bu kadar dolu dolu yaşamazdı.

Benim öykülerinden anladığım kadarıyla, Doktor fazlaca kendisi olmak istemiş, kendisini toplumun ona sunduğundan daha fazla yaşamak istemişti, pek çok sanatçı gibi. En önemlisi, kendisiyle ve hayatla büyük bir meselesi vardı. Zaten 'gerçek' anlamıyla marjinalleri, militanlara yaklaştıran yan da bu bence. Olanla yetinmemek, gerçeği (toplumsal ve bireysel gerçeğini) olduğu gibi kabul etmemek. Bir bakıma kendinin militanı olmak değil midir marjinallik. Tabii, marjinalliğe özenenleri, tıpkı devrimci olmaya özenip yüzüne gözüne buluşturanlar gibi ayırıyorum bir tarafa."

Bunları söylemiştim ama, amacım marjinalliğe övgüler düzmek de değildi. Neden birilerinin Fikret Ürgüp gibi uçlarda yaşadığını anlamaya çalışıyordum sadece. Siyah pardesüsüne bu sıcakta üşürmüş gibi sarılan ihtiyar adam, "Haklı olabilirsiniz. Aslında birbirimize çok benziyorduk onunla. Bu benzerlik bizi hem birbirimize yaklaştırıyor, hem de itiyordu. Aşk-nefret ilişkisi... Başarılı olmanın kolay olduğunu düşünüyorduk ikimiz de. Ama rahata kavuşunca bile, rahatsız olmak istiyorduk. Bizi bedbaht edecek hiçbir fırsatı kaçırmıyorduk. Bir yandan da, bu işten vaz geçmek, geri dönmek de istiyorduk. Böylece, hiçbir şeyden memnun kalamıyorduk.

Memnun kalmayışımızdan bile. Aptalca bir oyundu bu aslında. Ama aptalca bir oyunun bile, insanı nerelere götürebileceğini de biliyorduk ve her çocukça ya da aptalca oyunun ağır bedelleri olabileceğini de... Yazarlığın birçok ustalıklarını birlikte öğrenmiştik. Hatta o, öykülerini de yayımlattı, benden farklı olarak. Yazı da bir yerlere varmış ve daha güzel şeyler yazacakken, ikimiz de birden yazamaz olduk. Her şeyden bir bedbahtlık payı çıkarmak istesek de, bedbahtlıkların üzerimize sinekler gibi üşüşmesini de istemiyorduk." "Ama üşüştü." "Evet. Üşüştü."Hüzünlenmişti ihtiyar adam. "Son söyledikleriniz Doktor'un 'Kafkadan' adlı öyküsünde de var. Ama orada birinci tekil şahıs olarak anlatmış bu açmazı." İhtiyar adamın birden yüzü asıldı. Tuhaf bir biçimde panikledi. Hiçbir şey söylemeden mezarın başından ayrılıp çıkışa doğru giderken ona seslendim: "Yoksa siz..." Birden durdu ve bana öyle bir baktı ki, sözlerimin gerisini getiremeyip gözlerimi ondan kaçırmak zorunda kaldım.