İslam için savaşmak “farzı ayn” mıdır? Yani “cihat”a katılmak, her birey için dini bir zorunluluk mudur? İslam’da...

İslam için savaşmak “farzı ayn” mıdır? Yani “cihat”a katılmak, her birey için dini bir zorunluluk mudur? İslam’da “farzlar” (uyulması zorunlu olan emirler) ikiye ayrılır. Birincisi, her Müslüman’ın şahsen sorumlu olduğu “farzı ayn”dır. Örneğin hacca gitmek her Müslüman’ın şahsi sorumluluğudur. İkinci türdeki emirler ise, her Müslüman’ın şahsen yerine getirmesi zorunlu olmayan “farzı kifaye”dir.  Örneğin cenaze namazını birkaç Müslüman’ın kılması diğer Müslümanlar’ın sorumluluğunu siler. (Gazali, kelam felsefesinin de farzı kifaye sayılacağını, sadece alimlerin bilmesinin yeterli olacağını, -hatta- sıradan Müslümanlar’ın bundan uzak durması gerektiğini söylemişti.)
Peygamber zamanında `cihat` farzı ayn sayılmaz, Hz Muhammet savaşa giderken herkesi yanında götürmezdi. Bu yoruma karşı olanlar, cihatın her Müslüman için emir (farzı ayn) olduğunu ve buna uymayanların günah işleyeceğini söyler. Mısırlı Müslüman Kardeşlerin ideologu Seyyid Kutup veya bugünkü El Kaide bu görüştedir.
Bir yandan farz konusu tartışılırken, diğer yandan cihat sırasında “kendileri gibi olmayanlarla birlikte hareket etme” konusu ise dinen hiç tartışılmadı. Mesela İran’da İslamcılar ve devrimciler şah rejimine karşı savaştılar. Böyle bir ortaklığın anlamı üzerinde dini bir yoruma ihtiyaç duyulmaması, dincilerin faydacılığına yoruldu. İslamcılar bu konuyu siyaset alanına bıraktılar, dini hiç karıştırmadılar. Böylece dini bir sorumluluk tarif etmekten ve yükümlülük altına girmekten kurtuldular. Bunun arkasındaki duygu, kendilerini “haklı” görmelerinden öte, daima “mazlum” olduklarına inanmalarıydı. Bu yüzden kimseye bir taahhütte bulunmaları gerekmiyordu. Çoğunluktular ama azınlık ruh haline sahiptiler. Güçlü olduklarında da mazlum diliyle konuşmaya devam ettiler. Modern çağdaki İslami hareketlerin ortak psikolojisiydi bu. Her hareketin bir kudrete ihtiyacı varsa, İslamcılarınki buradan geliyordu.
İran’dakine benzer bir ortak mücadele Endonezya’da görüldü. Hollanda sömürgeciliğine karşı solcular ve dinciler birlikte mücadele ettiler. 1906 yılında oluşan İslami Dernek’in bir milyonluk üye tabanında binlerce örgütlü devrimci ve kadın hareketi taraftarı vardı.
İslamcılar tüccar ve esnaflar arasında örgütlendi, devrimciler ise sendikalara yöneldi. Komünist Parti’nin üç milyon üyesi ve yirmi milyon taraftarı olduğu söyleniyordu. Nüfusun yüzde onuydu bu.
İki taraf da eğitime özel ağırlık veriyordu. Dinciler 1912’de Muhammediye tarikatını kurdu. 1926’da ise Ulemanın Uyanışı adlı tarikat kuruldu. Örgütlenme zeminleri, yatılı yurtlar ve okullardı. Pesantren denen bu okullar yatılı medrese gibiydi. Yetimler için yatılı bir okul açmakla işe başlamışlardı ve bugün 17 bin adadan oluşan Endonezya’nın tümüne yayılmış durumdalar. Muhammediye’nin yirmi milyon müridi var. Ulemanın Uyanışı ise otuz milyon müride sahip.
1965’teki CIA destekli darbede bir milyon devrimcinin katline yol açan sekiz aylık bir vahşet dönemi yaşandı. Bizde yetmişli yıllarda ülkücülerin yüklendiği görevi, Endonezya’da tarikatler üstlendi. Yatılı yurtlarından çıkan öğrenciler, dini fetvaların verdiği yetkiyle, sendikacıları, kadın hakları savunucularını, solcu gençleri ülkenin bütün adalarında öldürdü. Cesetlerin fazlalığı nedeniyle birçok yerde kelimenin gerçek anlamıyla nehirler tıkandı.
Küçük tarikat olan Muhammediye’nin bugün sahip olduğu kurumların sayısı, başarıları konusunda bir fikir verebilir:  “3.980 anaokulu ve kreş, 6.728 ilkokul, 3.279 ortaokul, 2.776 lise ve meslek lisesi, 101 meslek yüksek okulu, 13 öğretmen yüksek okulu, 32 ilahiyat fakültesi, 166 üniversite,  47 tam teşekküllü hastane, 217 poliklinik, 161 aile eğitimi ve danışmanlık merkezi, 13 büyük şirket, 5 İslami usulle çalışan kredi bankası, 81 mikro kredi enstitüsü, 15.000 cami ve mescit, 30 milyon hektar vakıf arazisi…”
Devlet benzeri bir örgütlenmeydi bu. Ama Batılı akademisyenler bunların “sivil toplum” hareketi olduğunu iddia etmektedir. Bu “yeni dönem İslamcılık” klasik İslamcılıktan farklı olduğu için“yenilikçi” diye adlandırılmaktadır. Ve bunlar dolayımıyla, Batı dışındaki ülkelerde dini modernleşme olabileceği söylenmektedir.
Türkiye solunun tarihindeyse, İran ve Endonezya’dakine benzer şekilde İslamcılar’la ortak zeminde hareket etme örneği görülmedi. En güçlü oldukları zaman 1960’larda devrimciler emperyalizme karşı mücadele ederken, İslamcıların derdi, devrimcilerin mitinglerine saldırmaktı. Zaman geçti, bugün İslamcılar iktidara ve devletin çoğu kurumuna sahip oldular. Batı kapitalizminin ülkemizdeki sözcülüğünü üstlendiler. Ve devrimcilerle aralarındaki uçurum daha da büyüdü. Aksi de mümkün değildi, çünkü neoliberal devlet günümüzde büyük bir günah makinesi gibi işlemektedir. Fakirlerin alın terinden servetler yaratmakta ve zenginlerin sofrasına akıtmaktadır. Ve servet bağımlılığı, mazlum havasını ısrarla korumaya çalışan yeni dönem İslamcılarının farzı haline gelmiştir.