Yargıya talimat vermek bir cuntacı geleneğin tezahürüdür. Cunta ile yargı arasında kurulan gönüllü teslimiyet  “bakanlık eşeği aday gösterse seçerim” diyen bir kişiliksizliği meşrulaştırmıştır. Cübbelerinin altında kendilerini değil, iktidarları taşıyanların uyguladığı, dağıttığı adalet bugünki çürümenin en büyük nedenlerinden biridir.

Bir Başbakan’ın “yargıyla konuştuk gerekeni yapacaklar” diyebiliyor olmasının başka bir açıklaması olamaz.

 Bu gücü nereden alıyor Başbakan?

Yargının memurlaştırılması, efendimcileştirilmesi darbeciler eliyle tamamlanmış ve sonradan gelen her iktidar bu teslimiyeti derinleştirerek “eşek” metaforunu kullanmıştır. Başbakan’ın yargıya talimat verme gücü, cuntacıların iktidarlara devrettiği mirastır.

Bu ülkede uygulanan tüm hukuksuzlukların altında adaletin imzasının olması boşuna değil. Cuntaların dehlediği yargıyı, ben neden binip dehlemeyim, biraz da bizim için çalışsınlar tarzı düşünsel bir karikatür hali tıkır tıkır işletiliyor.

Bu bir hakaret değil, gerçeğin acı tarifi sadece.

Cuntacı generallerin önünde sıraya girip ilk tekmili veren koca koca hukuk profesörlerini hatırlarsak bugünü daha iyi anlarız. Başbakan bu cuntacı geleneği uyguluyor ve iktidarı için gönüllü teslimiyetini ilan edenlerle yolunu duble genişletiyor.

DGM’ler, sistem muhaliflerini, demokrasi ve özgürlük savunucularını ve binlerce genç insanı vahşi cezalarla mahkûm edip, cezaevi değirmenine gönderdi. Keyfiyetleri, işkenceci polislerin hazırladığı dosyaları olduğu gibi kabul edip, savunmalar sırasında şekerleme yapıp önceden sonucu belli cezaları uygulamaları ile meşhurdu. Sonra demokratik olmadığına karar verildi ve ismi değiştirilerek “kaldırıldı”. Demokratik ve meşru olmayan bu mahkemelerin verdiği cezalarla hayatları yok edilen insanların büyük çoğunluğu hala cezaevindeler.  

Şimdi bu mahkemenin türevleri devrede.

Ağır Ceza Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler ve savcılar, hâkimler.  Kurgu aynı… Polislerin kurguladığı, savcıların yönettiği, katillerle, sistem muhalifi kesimlerin iç içe geçirildiği ve korkunç bir dezarformasyonla toplum algısının yönlendirildiği, herkesin eli, herkesin cebinde şeklinde bir tukaka ile psikolojik mahkûmiyetin sağlandığı süreç işletildi ve süreç devam ediyor.

Oda TV davası ve yaşanalar bu yanıyla bir turnusoldür. “Çok önemli belgeler var, aldığım duyumlar var, bu operasyonlar siyasidir diyenler utanacaklar”  şeklinde psikolojik mahkûmiyete aracılık yapan gazeteci taslakları ise hala ortalıkta bilirkişi olarak dolaşıyorlar.

Soner Yalçın, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve tutuklu tüm gazeteciler sadece iktidarın herkesi susturabilmek için vermek istediği gözdağının seçilmiş isimleridir. Hayatları hücreye sıkıştırılarak “intikam” duygusu ile yaşamları gasp edilmiştir. Aydınların hukuk eliyle susturulma süreci sonrası sıra öğrencilere, sendikacılara, akademisyenlere gelmiş ve nihayet kendisi gibi düşünmeyen herkesi içine alacak şekilde ucu açık bir tehdide dönüştürülmüştür. Ergenekon operasyonları ile karma edilmesi gerekenler bitince, KCK operasyonları devreye girmiş ve böylece geride kalan diğer muhalif unsurlar da aynı yöntemlerle ayıklanarak,  en ufak çıtırtının korkuya dönüştürüldüğü bir ülke yaratılmıştır.

Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’a ve tüm siyasi tutsaklara uygulanan hücre içinde hücre cezası, dışarıda uygulanan tek tipleştirme politikasından bağımsız değil. Sallabaş bir toplum talebi, iktidarın en büyük arzusu olduğu uygulamalı olarak görülüyor.

28 Şubattan bu kadar şikâyet edip arkasından aynı yöntemleri cukkalayıp kendisi gibi düşünmeyeni iç tehdit olarak görüp uygulamak  “maşallah”lı, “yetmez ama evet” demokrasisine çok yakışıyor. Kaldı ki iktidar bu kampanyayı kendisi için bir tarihi fırsata dönüştürmüş ve “miadı” dolduğu anda onları da düşman kampına koymuştur. “Hayırlı” liberallerin şimdi sistemi tehdit eden “terör yanlıları” olarak lanse edilmeleri kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Demokrasi umudu için verilen destek iktidar tarafından baskının ve zulmün çimentosu olarak kullanılarak şimdilik sağlamlaştırılmıştır.

İddia makamlarının piyasa sürdükleri üzerinden, söz hakları elinden almış insanların üzerine abananların çıkar ortaklığının “demokrasi-cilik” oynayarak yapılması çekilir şey değil. İşte bu yüzden gazeteler, televizyonlar börek, çörek tarifleriyle dolu… Savaş ölüleri ise sadece rakamsal verilerden ibaret.

Yoksul çocuklarının ölümlerin “nasip” sayıldığı açık sözlülük üzerine hangi sözü, hangi kelimeyi, hangi cümleyi koyarsanız koyun bu yüzden hiçleşiyor…

Kilim, sucuk hediyeleri ile asker cenazelerini bir arada harmanlayan ve bu durumdan şehrin tanıtımına katkı sunduğunu pişkinleştirenler, demokrasimizin celep ve sürü anlayışına ince bir katkı sunuyorlar.

OdaTV davasından tahliye olan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın anlattıkları ile ilk defa savunmanın sesini duymuş olduk.

 Sadece polis devletinde olabilecek uygulamaların nasıl sıradanlaştırılarak insan hayatıyla, haysiyetiyle, onuruyla oynandığına şahitlik ettik.

Medyanın, bu komplolara nasıl gönüllü hizmet sunduğunu, gazeteci müdavimlerin nasıl sus pus oturup, kem-küm ederek statükolarını kolladıklarını, ilişik ve özet yetkili gazeteciliğin ortaya atılan kurbanları nasıl linç edip, etlerini parçaladığına tanıklık ettik.

Gazeteciler özgür olmadıkça bu tanıklık canımızı acıtmaya devam edecek.