Bu sabah, savaş uçaklarının çıkardığı sesle uyandım. Tam yatağımın üzerinden geçiyorlardı. Eğer onların öldürmek için havalandığını düşünmesem...

Bu sabah, savaş uçaklarının çıkardığı sesle uyandım. Tam yatağımın üzerinden geçiyorlardı. Eğer onların öldürmek için havalandığını düşünmesem, gördüğüm şeyden bir hayranlık da duyabilirdim korkuyla karışık. II. Dünya Savaşı’nda ABD, sadece Japonya’ya yüz binlerce ton bomba atmış. Şimdi de Irak’ı bombalıyor. Vietnam’dan Irak’a ABD ordusuna ait uçakların attığı bomba sayısı ne kadardır diye düşündüm. Ve daha kaç milyon ton bomba atacak dünyayı barış dolu bir yere çevirmek için? 1 Mayıs’ın huzurlu bir biçimde kutlanması için atılan binlerce gaz bombasını anımsadım sonra ve daha başka şeyleri.

Özellikle sabahları çağrışımsal açıdan zengin bir ruh hali içinde olurum. Uyku ve uyanıklığın, rüya ve gerçekliğin henüz birbirinden kopamadığı sabahın bu erken saatlerinde... Penceremden sokağa bakınca, omuzları düşmüş yürüyen şu gözlüklü adamı Max Frisch’e benzetmiştim örneğin. Neden Sabahattin Ali ya da başka birisine değil de Max Frisch’e. Sanırım onu dün gece rüyamda gördüğüm için. YKY’den bugünlerde çıkan ‘Günlükler’ini okuyordum ve bu gizemli romancının iç dünyasına öyle bir dalmıştım ki şimdi neredeyse onun evimin bulunduğu sokakta yürüyebileceği bile aklıma gelebiliyordu. Halbuki 1991 yılında 80 yaşındayken kanserden ölmüştü Max Frisch. ‘Malina’ adlı o unutulmaz romanın yazarı Ingeborg Bachmann’la bir aşk yaşadığını ve onunla birlikte aldığı bir ceketi, üstünde paralanana kadar çıkarmadığını okumuş ve onu hep bu ayrıntıyla birlikte hatırlar olmuştum. Hiç üzerinizden çıkarmak istemeyeceğiniz bir ceketiniz oldu mu? O ceketi üzerinizde taşıdığınız gibi yüreğinizden çıkartamayacağınız bir aşk... Umutsuz bir aşk olmalıydı onlarınki... Belki o umutsuz aşk, Bachmann’a ‘Malina’yı yazdırtmıştı, kim bilir... Ya da onları bu kadar umutsuz yapan, II. Dünya Savaşı’na ve insanın insana neler yapabileceğine tanık olmalarıydı. Peki bugün yaşanılanlar farklı mıydı? Hatta daha kötüsü, insanlar kirli iktidar oyunlarının gerçek bir seyircisi haline getirilmiş, sırlarla dolu bir dünyaya hapsedilerek birbirlerinden olduğu kadar kendilerinden de soyutlanmamışlar mıydı? Gerçeklik duygusu, sürekli bir kuşku çemberi içinde dağıtılıp yeniden yaratılıyor ve yaşanılan her gün dünya daha kötüye giderken sanal bir iyimserlik duygusuyla kitleler oyalanmıyor muydu? Dinci, ulusalcı ya da liberal karın ağrılarıyla ve yalanlarıyla yaşamaya alıştırılan bir toplumda sanatın yeri ve önemi üzerine belki daha çok kafa patlatmak gerek. Bunun için alışıldık kaynakların dışına çıkmak ve belki tüm kalıpların dışında bir düşünce yöntemi geliştirerek her şeyi etraflıca düşünmek... Çünkü gerçek, aslında o kadar da uzakta ve karmaşık değil... Onu karmaşıklaştıran ve bizden uzaklaştıran, algılarımıza ve iç dünyamıza hükmetmeye çalışan ölümden yana güçlerin korkuları sadece. En azından Max Frisch, kulağıma böyle fısıldamıştı rüyamda karşılaştığımız zaman.

Max Frisch’i gördüğüm rüya, düşündükçe gözümün önünde canlanıyor ve her ayrıntı tüylerimi diken diken yapmaya yetiyordu aslında. Bir çukurda karşılaşmıştık onunla... 1950’de, Güney Kore ordusunun binlerce solcu muhalifi öldürüp attığı bir çukurda... Neden bu çukurdaydık? ABD ordusunun arşivinden çıkmış bu fotoğrafları gazetelerde görmüştüm daha yeni. Yüzlerce ceset, tepeleme yığılmıştı bu çukurlara. Bana o çukurda şunları söylemişti Max Frisch: “Sadece kendini düşünen bir halk için ancak iki şey mümkündür: Ya dünyaya hükmetmek ya da sefalet.” “Dünyaya hâkim olmak defalarca denenmişti Bay Frisch. Hâkim olma çabasının, halklara sadece acı ve ölüm getirdiğini görmüyor mu hiç kimse?” “Evet, şimdi karşımızda duran şey sadece sefalet. İnsanın umutlarını kıran şey ise, yaşanan tüm sefaletlere karşın, bu sefaleti yaratan milliyetçilik ya da kapitalizm gibi söz konusu düşünce biçimlerinden kurtulmayı bir türlü başaramayışımız. Gittikçe dibi boyluyoruz ve dünyanın değişik bölgelerinde, bu ölüm çukurlarının benzerleri kazılmaya devam ediyor hâlâ, daha eskilerinin üzeri kapatılmamışken. Böyle giderse, bütün dünya, insanlığın tüm değerlerinin gömüldüğü bir ölüm çukuruna dönüşecek.”

Max Frisch’i gördüğüm bu rüya bir kâbustu. Ama sadece bir kâbus muydu? Gerçek değil miydi? Dünyanın pek çok yerinde ölüm çukurlarının kazılmasına devam edilmiyor muydu? Bir tarafta havai fişeklerle gökyüzü renklere boyanırken, bir tarafta füzeler gökyüzünü delik deşik ederek kendi renk cümbüşlerini yaratmıyor muydu?

Max Frisch’in ‘Günlükler’inde aşktan Avrupa kentlerinde karşılaştığı insanlara ve olaylara kadar bambaşka ayrıntılar da vardı. Ama neden, Max Frisch’le kıskançlık ya da tiyatro üzerine değil de dünyanın geleceğine dair umutsuz bir sohbetin içinde bulmuştum kendimi? Okuduğum her kitap, okuduğum zamana göre bana farklı şeyler söylediği için mi?

Hayır, Max Frisch kadar umutsuz hissetmiyorum kendimi. Eğer gerçeğe ulaşmanın yolu, umutsuzluktan geçiyorsa kabul. Yalanlar ve boş umutları üzerimden silkip atabilmem için umutsuzluk, bir zehirin panzehire dönüşmesi gibi beni kendime getirecekse mesele yok. Ama umutsuzluğu başka insanlara bulaştırarak nihilizmin sefaletinden ve gücünden yüce anlamlar devşirmekse, bunun sadece ölümden yana güçlerin işini kolaylaştıran, dünyanın devasa bir ölüm çukuruna dönüşmesine yardımcı olan bir katkı olduğu da açık.

Hayır, Max Frisch de umutsuz değildi. Sadece yaşamı ciddiye aldığı için o çukurda onları söylemişti. Kitabındaki şu cümleler onun umutsuz olmadığına dair iyi bir örnek: “Bizi ilgilendirmeyen bir şeyin bize ulaşmadığına, kendimizi değiştirmediğimiz takdirde başka hiçbir şeyin bizi değiştirmeyeceğine olan basit güven olmadığı sürece nasıl sokakların çılgınlığına dalabiliriz.”

Kendimizi değiştirmek, sadece kendimizi değil, dünyayı da değiştirecek bir büyünün başlangıcı aslında. Ve sokakların çılgınlığı...