Uğurlara, evlerinin hemen önündeki caddenin kenarında, yerde birikmiş çiçek yığınının yanından geçerek gidiliyor. On iki yaşındaki Uğur'un, babasıyla kamyona eşya yüklerken vurulup düştüğü yer burası. Küçük bedeninin yığıldığı ...

Uğurlara, evlerinin hemen önündeki caddenin kenarında, yerde birikmiş çiçek yığınının yanından geçerek gidiliyor. On iki yaşındaki Uğur'un, babasıyla kamyona eşya yüklerken vurulup düştüğü yer burası. Küçük bedeninin yığıldığı yerde şimdi arkadaşlarının, kardeşlerinin bıraktığı çiçekler duruyor. Solmaya yüz tutmuş karanfiller... Hemen yanında babasının beyaz kamyonu. 73 SD 977. Arkasında bir yazı: Yudum Yudum Sensiz...

Evin önünde büyük gri bir taziye çadırı, içinde dizi dizi sandalyeler... Kapının önü gazeteci kaynıyor. İçeri almıyorlar. Kameramanlara "Dışardan çekin ne çekecekseniz, gidin" diyorlar. İçeri girmeye çalışıyorum. "Birgün Gazetesi'nden geliyorum," diyorum "Uğur'un hikayesini yazmak istiyoruz..."

"Bekleyin" diyorlar. Amcası geliyor kapıya. Reşat Kaymaz. "Buyrun, girin" diyor, "Birgün'e teşekkür ediyoruz. Acımızı çarpıtmadığı için. Herkesi aydınlattığı için. Siz olmasaydınız, bütün Türkiye tek taraflı duyacaktı olan biteni."

Amcayla birlikte giriyoruz içeri. Büyük bir oda. Duvarlar boyunca minderler dizilmiş, köşede bir televizyon. Başka eşya yok. 26 kişi bağdaş kurmuş, oturuyor. Çıt çıkmıyor. Ölüm sessizliği. Yaşlı bir kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor birden. "Annem" diyor Reşat, "Uğur'un babaannesi." Reşat, Uğur'u büyüten ve Uğur'la birlikte büyüyen amca. 1980 doğumlu. Uğur doğduğunda oniki yaşındaymış. Bugün gibi hatırlıyor o günü. "Tarlada aldık müjdeyi, koşa koşa gittik eve. Abim (Uğur'un babası. Ahmet Kaymaz. 1973 doğumlu.) koyu fenerliydi. O yüzden Rıdvan koymak istedi adını. Biz koyu Galatasaraylıyız, Murat abimle ben... Uğur olsun dedik. Babam dedi ki "Uğur güzeldir. Hanemize Uğur getirsin adıyla"

"Getirdi mi?"

"Hem de nasıl... Öyle güzel güler, öyle bir sarılırdı ki insanın boynuna, sımsıkı... Öper öper... Çok sıcak, çok can çocuktu. Hiç kimseyi adıyla çağırmaz. 'canım' der, 'gözüm' der. Küçücük bebekken ağladığında ne zaman okşasam susardı. Bana çok düşkündü. Bir gün bile görmese beni, daha bir yaşında bile yok, koşup bir sarılması vardı ki, derdim "Uğur sıkma, boğulucam", bırakmazdı. Çok mutluyduk köyde."

"Rahat geçiniyor muydunuz?"

"Çok iyiydik, çok. Domates tarlalarımız, erik, şeftali, kayısı, armut... Kavaklıklarımız. 300 kiraz ağacımız vardı, yeni ürün vereceklerdi..."

"Hangi köy bu?"

"Türkçesi Köprülü Köyü. Kürtçesi Bakeyse."

"Neden çıktınız köyden?"

"93 yılında, Uğur bir yaşındaydı, bir gecede yaktılar köyümüzü. Uğur'a sekiz domates toplamıştım, onları yedi en son. Üstümüzdeki elbiselerle kaçtık, arkamıza bile bakamadık. Kızıltepe'ye geldik. Sonra hayat yavaş yavaş kararmaya başladı. Çok maddi sıkıntıya düştük. Ahmet abim, rahmetli, kamyon şöförlüğüne başladı. Irak'a gidip geliyordu. Uğur'la hep ben ilgilendim. O yüzden baba oğuldan bile yakındık."

"Avukat olmak istiyormuş?"

"Ona ben yol gösterdim. kardeşi Habip'le oturttum karşıma, dedim: Bakın ailemizde çok hasta var, ölenler, öldürülenler... ve biz çok haksızlığa uğradık. Biriniz doktor olup hastalara bakacaksınız, ötekiniz avukat olup bizi savunacaksınız. Uğur avukatlığı seçti. Derdini çok güzel anlatırdı, çok güzel konuşurdu."

"Şiire da çok düşkünmüş..."

"Onu da benden aldı. Sesi güzeldi, çok duygusaldı. Uzun uzun çalıştırdım onu. Nasıl okuyacak, ruhunu nasıl katacak, ne zaman kaldıracak sesini, ne zaman indirecek. Geçen yıl festivalde şiir yarışmasına hazırlandık. 500-600 kişi önünde yarışılıyor, büyük jüri var. En küçük bu. Ben de girdim yarışmaya; belediyeden, encümenden katılanlar var. Bu çok heyecanlandı. Öyle bir okudu ki, ağlattı herkesi. Birinci seçildi. Plaket ve bir kolye aldı hediye. Dedim, "Uğur, rezil ettin beni. Seni ben hazırladım yarışa, nasıl geçersin beni?" "Eee, gözüm" dedi, "kimin öğrencisiyim?"

Bir anda oda daha da kalabalıklaşıyor. Televizyon'da Mehmet Ali Birand'ın programı başlıyor. Manşet'te Kızıltepe var. Hiç konuşmadan izliyorlar programı. Kadınlar sessiz sessiz ağlıyor. Uğur'un üç kardeşi, Habip, Emine ve Ali birbirlerine sokulmuş, ağabeylerini izliyorlar. Oysa yakın zamana kadar hep birlikte geçerlermiş ekran karşısına. Aynen şimdi yaptıkları gibi yerde oturur, izlerlermiş. Asmalı Konak, Sihirli Annem, Çocuklar Duymasın... Uğur'un sevgilisi Havuç'muş.

Emine'nin saçlarını okşuyorum. Sokuluyor. "Uğur'la oyun oynar mıydınız?" diye soruyorum. Başıyla 'evet' diyor.

"En çok ne oynamayı severdi?"

"Top"

"Ya sen?"

"Ben evcilik. Ama Uğur bizle evcilik oynardı."

"Uğur ne oluyordu evcilikte?"

"Uğur hep baba oluyordu, ben anne. Evde yemek yapıyordum. Habip öğretmen oluyordu, Ali de öğrenci. Uğur çalışıyordu, bize ekmek getiriyordu"

"Ne iş yapıyordu?"

"Kamyoncu oluyordu, Irak'a gidiyordu. Dönerken bana pantolon getiriyordu, küpe, bilezik, kolye..."

"Uğur Emine'ye gerçekten hediye getiriyor muydu, Habip?"

"Evet, getirirdi."

"Nereden buluyordu?"

"Parası varsa pazardan satın alıyordu, oyuncaktan ama, sahiciden değil."

"Parası olmayınca?"

"O zaman küpe, kolye yerine taş getirirdi, giysi yerine çaput. Ama derdi ki, bir gün hepsinin hakikisini getireceğim sana. Emine'yi çok severdi. Ama en çok Ali'ye düşkündü. Ali onun ikizi gibi, tıpatıp aynısı."

Yemek zamanı geliyor. Yere, büyük halının tamamını kaplayacak büyüklükte örtü seriliyor. Kuru fasulye, şehriyeli pilav, salçalı makarna, acı yeşil biber, pide, ayran, su... Hep birlikte oturuyoruz.

"Uğur en çok hangi yemeği severdi?" diye soruyorum Habip'e. Patatesin her çeşidini severmiş. Bir de türlü. "Yok, sen yalan hatırlamışsın Habip, Uğur Abim en çok ızgara et severdi" diyor Emine.

Babaanne, yemeğe elini sürmüyor. Sofra toplanırken, elindeki kaşığı örtünün üstüne bırakıyor. Ellerini havaya kaldırıyor. Haykırıyor:

Cani min can çu, hundiri min dişewete*

*Canımdan canım gitti. İçim yanıyor.

ANNE MAKBULE KAYMAZ

UĞUR HEP SEVİLMEK İSTERDİ

Ailenin ilk erkek torunu olduğu için çok sevilmiş Uğur...

Doğrudur. Ama aile Uğur'u ne kadar sevdiyse, o iki kat sevgi verdi. Sürekli herkese sarılır, öper... Ona kalsa, seni içine alır...

İlk söylediği kelimeyi hatırlıyor musun?

İlk baba demiş. Son da baba demiş. Babasına aşıktı Uğur, peşinden hiç ayrılmazdı. Kuyruk gibi gezerdi peşinde. Peş peşe de gitmişler ölüme. Onun adını anmış en son.

Kardeşlerine benzer miydi Uğur?

Uğur çok olgundu onlardan. Bebekliğinden beri sanki büyük adamdı. Taziyeye giderdik mesela, götürmezsek üzülürdü. Derdi ki: Niye beni götürmüyorsunuz? Altıma etmiyorum, birşey etmiyorum?

Çok temiz, titiz bir çocukmuş, öyle mi?

Hem de ne çok... Banyoya girer, bir saat çıkmaz, bütün suyu bitirir... Son zamanlarda hiç durmadan dişlerini fırçalıyordu, oğlum dedim, hırpalayacaksın dişlerini... Dedi ki bana "Anne, öğretmenim bana dedi ki, Uğur senin ne güzel, bembeyaz dişlerin var... Daha beyaz olsun da, öğretmenim beni daha çok sevsin diye fırçalıyorum..." Günde kaç kez üstünü değiştirirdi, öğretmeni sarıldığında güzel kokmak için çoraplarına bile parfüm sıkardı. Babası uzakta olduğu için içini bana açar, benle dertleşirdi.

Son günlerde neler üzerine konuşuyordunuz?

En son bana demişti ki, "Ana, okuldan bir kızı seviyorum." Dilan'mış kızın adı.

Nasıl karşıladın?

Dedim ki "Dur daha amcan evlenmedi, sırada o var..." Güldü. Sonra dedi "Ya amcam hiç evlenmezse ne olacak? Ben ondan önce evlensem dünya mı batar?"

-SÜRECEK-