Nobel Ödülü’nü almak için bile olsa Kahire’yi terk etmemiş olan Necip Mahfuz’un memleketi Mısır ayakta.

Nobel Ödülü’nü almak için bile olsa Kahire’yi terk etmemiş olan Necip Mahfuz’un memleketi Mısır ayakta. Ortadoğu’da taşları yerinden oynatacak en büyük taş, zangır zangır sarsılıyor bir süredir, oynadı oynayacak... Tunus’tan getirilen ‘Game Over’ pankartı, Mısır’ın meydanlarını dolaşıyor bir yandan. ‘Game Over’, yaşanan isyanları özetleyen bir slogan: Oyun bitti. Yazıyı yazarken bir milyon kişi Tahrir Meydanı’nda toplanmaya başlamıştı bile. Açılmış pankartlardan birisinde “Amerika, Seviyorsan Hüsnü’yü Kabul Et” yazıyordu.

Tunus’un diktatörü Bin Ali gibi, Mübarek de tonlarca altınla kaçabilir her an. Sinemada, diktatörlerin her zaman İsviçre bankalarında gizli hesapları olduğu anlatılır durur. Wikileaks’in sızdırdığı belgelerde de buna benzer iddialar vardı. Ama Doğulu diktatörler, ‘yastık altı’ hesaplarından vazgeçmiyorlar anlaşılan. Tonlarca altını da yanlarında götürebiliyorlar. Otuz yıl halkına zulmeden Mübarek’in kaç ton altın ettiği de yakında belli olur.

Necip Mahfuz, 2006’da aramızdan ayrıldığında tek bir kuruş altın eksilmemişti hayattan. Kahire’yi sokak sokak yazan bu büyük yazara, kendi ülkesinde reva görülen muamele ise, Kör İmam olarak da bilinen köktendinci Ömer Abdülrahman’ın verdiği fetva ile bıçaklanıp sakat bırakılmak olmuştu. Sağ kolundaki sinirler hasar gördüğü için sadece sol eliyle tutunabilmişti edebiyata Necip Mahfuz. Köktendincilerin ona düşman olmasının nedeni, aslında bir süredir bu köşede dile getirdiğim ve bizim de ciddi bir meselemiz olan “muhafazakâr körlük”le alakalı. Çünkü Necip Mahfuz, tıpkı Dostoyevski gibi, siyasi tespitlerini romanlarında edebi ve felsefi bir düzlemde kaynaştırarak ‘karnavalesk’ bir üslup aracılığıyla özgürce tartışmış, çoksesli bir anlatımı benimsemişti. John Fowles’un yazdığı gibi “Mahfuz’un romanları, binlerce gazete makalesinin veya televizyon belgeselinin yapamayacağı tarzda, bir halkın psikolojisinin içine girme ayrıcalığını okurlarına sağlar.”

Hitkitap’tan Işıl Alatlı çevirisiyle çıkan ‘Kahire Üçlemesi’ni okumadan Mısır’ı ve Mısır halkını anlamak mümkün değil. Üstelik, ‘Saray Gezisi’, ‘Şevk Sarayı’ ve ‘Şeker Sokağı’ romanlarından oluşan bu üçlemeyi okurken, anlatılan karakterler ve olayların bu denli tanıdık oluşu da, Mısır’ın bize ne kadar benzer süreçlerden geçtiğinin bir kanıtı aslında. Mesela en büyük benzerlik, bizim edebiyatçılarımızın da temel meselelerinden birisi olan Doğu-Batı çatışması. Geleneksel olanla modern olanın kıyasıya mücadele içinde olduğu toplumsal bir yapı içerisinde, askeri darbeler, savaşlar ve yoksullukla köşeye sıkıştırılmış halk, köktendincilik tehlikesiyle karşı karşıyadır her zaman. Necip Mahfuz,  bu üçleme aracılığıyla, Kahireli tüccar bir ailenin Birinci Dünya Savaşı yıllarından 1952'de gerçekleşen Nasır'ın askeri darbesine kadar yaşadığı süreci, üç kuşak boyunca çeşitli yönlerden irdeleyerek, Mısır'ın bu aile özelinde yaşadığı değişimi anlatır bir bakıma. Mesela Suzan adlı komünist bir genç kızla Kahire’nin sokaklarında karşılaşıp Sovyet edebiyatını konuşabilirsiniz, bombardıman başlamamışsa şayet. Burjuva bir yaşantısı olan Ahmet, Suzan’a “seni seviyorum” deyince, Suzan’ın karşılığı şu olur: “Sevgi dediğin şey mutluluğu, istikrarı ve hapishaneden nefret etmeyi ima etmez mi?”

Ahmet’le Suzan’ın sohbeti, Peygamber’le Karl Marx’ın aşk hayatlarını karşılaştırmaya kadar varıyor. Ama Suzan sözlerinde haklı. “Sevgililer Günü” yaklaşırken herkes sevgiden bahsediyor ama sevginin ima ettiği şeylerden bahsedildiğini duymuyoruz pek. Sadece alışverişe teşvik eden bir sevgiyle kuşatılıyoruz. “Sevgi”nin ima ettiği şeylerin tamamını ise, bugün Mısır’ın, Tunus’un sokaklarında bulmak mümkün. Ahmet’le Suzan, Tahrir Meydanı’nda Mübarek’in işkencecilerinden hesap sorarak daha güzel bir dünya için aşklarını yaşıyorlar muhtemelen.

Haber kanallarına nöbetleşe olarak çıkan strateji uzmanları, Mısır’daki olayları yorumlarken, bu olayların dış kaynaklı olduğu yönünde ortaklaşıyorlar. Ve hemen ardından ekliyorlar: “Şeriat tehlikesi var”. Çalıştıkları kurumların isimleri nedense hep 'SAM'la biten bu uzmanların her şeyin altında komplo arayan bakışaçısına gülümsemeden edemiyor insan. Televizyon kanalları dışında onları ciddiye alan var mı bilmiyorum ama, tüm isyanları ABD’ye ya da piyasa ekonomisinin unsurlarına maleden bu aklıevvellerin, devletlere ve şirketlere akıl hocalığı yapıyor olması iyi bir şey. Ama, halka değil de, iktidara ya da devlete akıl hocalığı yapma heveslisi bu kadar çok aydınımız varken, bu aklıevvel uzmanlara neden ihtiyaç duyulduğu, bir televizyonculuk sırrı ya da şakası olsa gerek.

Müslümanların yaşadığı her ülkede şeriat düzeninin kurulma ihtimali her zaman mevcut. Ama bu durum, faşist yönetimlerin işkenceyle ve baskıyla halkı kontrol etmesini meşrulaştıramaz. Üstelik o baskıcı yönetimler, insanları kendi hayatlarının seyircisi yaparak, korkulandan daha beter sonuçları yarattığını, kendi yaşadıklarımızdan biliyoruz. İsyanların kendilerini yakan insanlarla başlıyor olması da, Batılıların anlamakta zorlanacağı bir şey olsa gerek. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusu, antropolog Ruth Benedict’i “Japonların nasıl kamikazeye dönüştüklerini” araştırması için görevlendirmişti. İnsanların korkularından başka kaybedecek bir şeyleri olmadıklarını bedenleriyle anlattıkları bu eylemler, ‘sevgi’nin ima ettiği şeylerin karanlık bir yüzü olarak kitleler üzerinde basınç yaratabiliyor hâlâ... “Sevgi”nin ima ettiği şeyler, her zaman yumuşak sonuçlar yaratmıyor maalesef.

El Cezire televizyonundan Mısır’daki olayları izleyenlerin sabırsızlığı, maç izleyenlerin ruh halini andırıyor sanki. Her an bitiş düdüğü çalıp, kötü adam oyundan çıkarılacakmış gibi… Devrimlerin uzun soluklu yolculuklar olduğu unutuluyor hep. Halklar, kendi hayatlarına seyirci kalmaktan vazgeçtikleri zaman, Tahrir Meydanı ile Taksim Meydanı’nın birbirlerinden pek de uzak olmadığı görülecek. Ahmetler, Suzanlar, 'sevgi'nin ima ettiği şeylerle yürüyecekler o meydanlarda…