Bundan 36 yıl önce 12 Mart günü generaller muhtıra verdi, AP hükümetini istifaya zorladı; işte o gün de böylece darbeler tarihindeki yerini aldı. 12 Mart vesilesiyle, haliyle yine darbeler ve “askeri vesayet” tartışılacak...

Tartışılsın elbette ama bu arada asıl vesayet, sermayenin vesayeti yine güme gitmesin... İki ay önce, 24 Ocak 1980 kararlarını değerlendirirken, 12 Eylül’ün sadece üç beş generalin askeri vesayet hırsıyla giriştikleri bir macera olmadığını, 24 Ocak gibi bir alt yapısı, iktisadi temeli de olduğunu vurgulamış, şu gerçeğin altını çizmiştim: Askeri vesayet ya da sivil vesayet aslında tek başlarına hikâye, çünkü vesayetin asıl sahibi sermaye!

Çünkü daha Cumhuriyet kurulurken bile atılan bütün adımların kerterizi sermaye, yani kapitalizm oldu. Onun yetersizliğini gidermek asıl amaçtı.

Nitekim 1923 Şubat ayında İzmir İktisat Kongresi toplanmadan birkaç hafta önce Mustafa Kemal İzmit’te yaptığı basın toplantısında, yetersiz sermaye birikiminin, dış sermaye (emperyalizm!) sayesinde nasıl çözüleceğini anlatırken bunu da dile getiriyordu. Basın toplantısında şöyle demişti: “Filhakikat [aslında] memleketimizi az bir zamanda mamur etmek için milletimizin gayri kâfi [yetersiz] sermayesi karşısında haricin sermayesinden, ihtisasından istifade etmek hakiki menfaatimiz iktizasındadır.”

Ne var ki kısa dönemde harici sermayeden (emperyalizmle iktisadi işbirliğinden) yararlanmak mümkün olmadı. Mesela meclisin onay verdiği bir Chester projesi, Musul’un elden yitmesi yüzünden Amerikalılar tarafından iptal edilmişti. Üstüne bir de 1929 dünya ekonomik buhranı bindi ve sermaye kendi yağıyla kavrulma durumunda kaldı. İşte devletçilik böyle bir zorunluluk sonucu gündeme geldi, yani sermayenin koruyucusu devletin vesayeti anlamında... Sermaye bu vasi sayesinde epey para kazanabildi ve İkinci Dünya Savaşı koşullarında savaş ekonomisinin vahşi sömürü imkânlarından da yararlandı ve böylece biti iyice kanlandı. Demokrat Parti’nin sahneye çıktığı yıllarda, yani 1946’da burjuvazi artık doğrudan kendi rejimini istiyordu!

Çünkü değişen dünya koşullarında burjuvazi, sadece devlet eliyle değil emperyalizm eliyle de sermaye biriktirme imkânına erişmişti... Böylece devreye NATO ile birlikte emperyalist şirketler ve kontrgerilla da girdi... Emperyalizm içsel olguydu artık. Ama sermayenin ne zaman başı sıkışsa, NATO’nun generalleri her zaman sermaye adına devredeydi... Gerekçeleri şu oldu, bu oldu, ama ABD kendi işbirlikçi sermayesine bir şey olsun istemedi...

Yani bildik bir hikâye ve benim de bu köşede beş yıl önce hatırlattığım şu hikâye yazıldı:

***

1971 yılında, 12 Mart’ın yaklaştığı günlerde, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ABD’yi ziyaret etmişti. (Tesadüfe bakın ki, 12 Eylül’den bir iki gün önce de Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ABD’ye gidip gelecekti.) Amerikan Hava Komutanı Ryan, Batur’a, “Siz askerler bir müdahalede bulunmanın tam zamanı olduğunu düşünmüyor musunuz?” diye bir soru yöneltip “niyet yoklamasında” bulunmuştu. Gerçi CIA zaten Türkiye’de olup biten her şeyin farkında ve dahi içindeydi. Muhtıra ile devrilen AP hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, daha sonraları, “12 Mart’ta CIA vardır” diyordu.

1970’in son günlerinde, toplumsal muhalefetteki kabarış karşısında, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı, bunu durdurmak gerekiyor” diye bir müdahalenin ipucunu vermişti. 12 Mart muhtırasıyla parlamento kapatılmadı; ama darbecilerin (ve dahi Amerikalıların) istedikleri her şey bir bir yerine getirildi. En önemli sorun olarak görülen 27 Mayıs anayasasındaki demokratik hakların hepsi tırpanlandı. Bu arada egemen çevreler bakımından, kapitalizmin tekelci yönde gelişmesinin önünde engel görülen pre-kapitalist ilişkilerin son kırıntılarının tasfiyesi de sağlandı. Vehbi Koç Garanti Bankası’na sahip oldu. Sabancılar’ın Akbank’ı palazlandı. IMF’nin ekonomik programı milli politika olarak benimsendi. Daha ne olsundu?

Tabii şu da olsundu: Demokratlar, devrimciler zindanlara atıldı, işkencelerden geçirildi, kurşunlandı, idam edildi. İşçi sınıfı mücadelesi ilan edilen sıkıyönetimin yasakları ve baskılarıyla engellendi. 1971’de ortalama işçi ücreti yıllardan beri ilk kez gerilemiş ve 1970’in de altına düşmüştü.

***

Çünkü rejimin adı, sömürge tipi faşizm idi. Sermayenin bir vesayet biçimiydi.

Peki şimdi fark nerede? Muhaliflere zalimce baskılar var. Demokrasi diye diye demokrasinin canına okuyorlar; hükümetiyle, polisiyle, yargısıyla, cümbür cemaatiyle... Kürtler dışında yeterince toplumsal uyanış yok ve toplumsal uyuşturma sayesinde sermayenin işleri tıkırında. ABD’nin sözünden milim sapmak mümkün değil. Neden? Çünkü vesayetin kütüğünde şimdi de “sömürge tipi demokrasi” yazıyor.

Sermayenin bir başka vesayet biçimi...