İktidarın, ülkede huzur ve barış sağlamak gibi bir derdi yok. Tam tersine, bin parçaya ayrılmış asker cenazeleri gelsin ki, taşeron kurbanı işçilerin ölümü ‘güzel ölüm’ olabilsin; milyonlarca insan ‘terörle mücadele’ adına yerinden yurdundan, ama esas önemlisi üretim araçlarından (tarla, bağ-bostan, mera, hayvan) koparılıp en kötü koşullarda çalışmaya razı devasa bir işsizler ordusu hazır bulundurulsun ki, yine milyonlarca insan işveren-taşeron zulmüne baş kaldırmak bir yana, Kürt kardeşlerini kendi aşı-işi için bir tehdit olarak görüp sınıf bilincinin en uzaklarına, milliyetçi hezeyanların ise tam da kucağına savrulmuş bir vaziyette kurtuluşu kendi katillerine sıkı sıkıya sarılmakta arar hâle gelsin; ve yine kan dökülmeye devam etsin ki, bu oyuna gelmeyenlerin kafaları ‘terörle mücadele’ adına daha baştan ezilirken, ülkenin tümü de, siyasal istikrar adı verilen bir mezar sessizliği üzerinden global borsaların aranan kağıtları arasında kendine bir yer bulabilsin.

Bu çarkın böyle dönmeye devam etmesini garantiye almanın koşulu ise, Erdoğan’ın şahsında mutlak bir diktatörlük kurmak, bunun için de siyasetin tümünü AKP’nin tekelinde toplamaktır. İşte bu yüzden de, öncelikli hedefleri, kendileri açısından en nüfuz edilmez engel durumundaki sivil/legal Kürt muhalefetini etkisiz, marjinal hâle getirmektir. ‘Açılım’ derken de, Habur maskaralığını düzenler veya PKK ile gizli pazarlıklara girişirken de, kendileri için önemli olan DTP/BDP’yi devre dışı bırakmaktır.

%10 barajını ellerindeki en büyük silah olarak görürler; hatta bu konuda o pek lânetledikleri askerî cuntanın da ilerisine geçip, hazine yardımını da seçim barajına endeksleyip, işi dolandırıcılığın legalize edilmesine kadar götürürler –ama, unutmayalım, CHP’yle ittifak hâlinde. Sivil siyasetin önünü keserken, silahlı örgütle –güya gizli, ama herkesçe bilinen- pazarlıklarını sürdürürler; tabiî ki barış falan için değil, oyalamak-kandırmak üzere; bu arada, becerebilirlerse birilerini de belki satın alırız ümidiyle.

Bunu barışçı bir tercih gibi görüp alkışlayanlar vardır; “ne güzel” derler, “artık diyalogun önü açıldı”. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, monolog’un başındaki ‘mono‘, karbon monoksitteki ‘mono’yla eş anlamlı olup ‘tek/bir’ demektir; ama diyalog’un başındaki ‘di’, karbon dioksit’teki ‘iki/çift’ anlamına gelen ‘di’ olmayıp, ‘aracılığıyla/üzerinden’ anlamına gelen Grekçe ‘dia=diya’nın ilk hecesidir; kısacası, diyalog iki kişinin veya iki tarafın karşılıklı oturup görüşmesi değil, ‘söz/konuşma aracılığıyla/üzerinden’ anlamına gelir ki, Romalılar da Auguste Comte gibi melez bir kelime (sosyolojinin başı Latince, sonu ise Grekçe kökenlidir) türetselerdi, bugün ‘parla(parlare=konuşmak/parlementer=müzakerede bulunmak)mento’ (konuştay) yerine, ‘diyalogyum’u kullanılıyor olurduk.

Lâfı biraz uzattık ama, vurgulamak istediğimiz, iki taraf arasında, üstelik de gizlide sürdürülen pazarlıklar, diyalog adını hak edecek en son şeydir ve bazılarının diyalogtan, dolayısıyla barışçı bir çözümden yana olduğunu sandıkları veya bizleri sandırmak istedikleri AKP, aslında diyalogun, dolayısıyla barışçı bir çözüme doğru adım atmanın önündeki hem en büyük, hem de en direngen engeldir; zira, bütün engellemelere rağmen ‘Diyalogyum’a seçilmiş onca milletvekilini zindanda tutan, “konuşalım” deyip silahtan uzak duran gerek seçilmiş, gerek seçilmemiş binlerce insanı kafileler hâlinde elleri kelepçeli resmi geçit yaptırtarak toplama kamplarına gönderen doğrudan doğruya AKP iktidarıdır.

Bugünkü iktidar, açıktır ki anti-demokratiktir ve kendi diktatörlüğünü kurma peşindedir; ancak, bundan daha büyük bir günah ve suçu vardır ki, o da silahsız/sivil/legal siyaseti engellemenin de ötesinde cezalandırırken, sırf oyalamak için dahi olsa, silahlı siyasetçileri ka’le ve muhatap almakla, silaha sarılmayı siyasete katılmanın kuralı hâline getirip, ülkeyi çok daha kanlı günlere sürüklüyor olmasıdır.