IMF, Türkiye ile anlaşma yapmak için kendi ‘encümen-i daniş’ini harekete geçirmiş durumda. Bizim de doğal talebimiz...  

IMF, Türkiye ile anlaşma yapmak için kendi ‘encümen-i daniş’ini harekete geçirmiş durumda. Bizim de doğal talebimiz, emek kesiminin temsilcilerinin, “emeğin encümen-i daniş”ini harekete geçirerek, yeni anlaşmanın emek kesimine ne gibi ‘yararlar’ getireceğini izah etmesi
Hatırlanırsa 1994’te, IMF-DB’sının kuruluşunun 50. yılında, Bretton Woods İkizleri’ne karşı “50 yıl yeter” sloganı altında sosyal hareketler tarafından yoğun bir protesto kampanyası yürütülmüştü. Küreselleşmenin şaha kalktığı o dönemde çevre ülkelerini kervana katmak; dış ticaretlerini, sermaye hareketlerini liberalizasyona tabi tutmak, piyasa toplumunu derinleştirmek için IMF’ye önemli bir misyon yüklenmişti. Haliyle, sosyal hareketlere kulak asılmadı, IMF 60. yılını devirdi, 2009’da ise 65’e yani emeklilik yaşına dayandı.
Son ekonomik krize kadar IMF son demlerini yaşayan bir emekli adayı profili çizer, elindeki işleri tasfiyeye çalışırken (son dört yılda kredi portföyü yüzde 92 düşmüştü), bir anda yeni yetkiler ve geniş mali imkânlarla donatıldı (Mark Weisbrot İHT, 25-26 Nisan 2009). Bilindiği gibi, IMF’nin bu fetret döneminde en sadık müşterisi Türkiye’ydi. Nitekim geçtiğimiz hafta kurum merkezinden yapılan açıklamalarda; Ankara’nın hakkı teslim edilerek, “Türkiye’nin sicilinin temiz olduğu” vurgulandı.

EN KÖKLÜ ELEŞTİRİ: IMF ANTİDEMOKRATİK
Peki IMF’nin kendi sicili temiz mi? Örneğin 12 yıl önce patlayan Asya krizinin derinleşmesinde, Güney Kore, Endonezya, Tayland, Filipinler, Fon ile arasına mesafe koysa da, Malezya ekonomisinin büyük darbe yemesinde ciddi vebali yok mu? Daha sonra Türkiye ile Arjantin ve Brezilya gibi Latin Amerika ülkelerine de dayattığı “sıkı para ve maliye politikaları”nın, kriz ortamında en berbat reçete olduğu ortaya çıkmadı mı? Böyle bir kuruluşun 750 milyar dolarlık ek kaynağı da kullandırmaya başlamadan önce kapsamlı bir özeleştiri yapması gerekmez mi?
IMF’ye yönelik en köklü bir eleştiri de, karar alma mekanizmalarının anti-demokratik olmasına yönelik. Mart 2008’de kotalarda, buna bağlı olarak oy hakkında bir revizyona gidildi. Ne var ki, sistemin temel mantığı değişmedi. Örneğin, yeni düzenlemeyle, ABD’nin ağırlığı yüzde 16.77’den yüzde 16.73’e iniyor. Karar almak için yüzde 85 çoğunluk gerektiği için, Washingthon fiili veto yetkisini muhafaza ediyor. Dünya ekonomisine ağırlığını koyan ülkeler, Brezilya’nın oy hakkı 0.3 artışla yüzde1.7’ye, Çin’in ise 0.9 oynamayla 3.8’e yükseliyor. Türkiye ise, 0.15 bir iyileştirmeyle ancak yüzde 0.61’i yakalıyor. Ama işin özü değişmiyor; Genel direktörü Avrupalı, oy ağırlığı 2. Dünya Savaşı galiplerinde yoğunlaşan, ABD vetolu düzen sürüyor. Kendisi de eski bir IMF çalışanı olan, şimdi Kemal Derviş’in başkan yardımcılığını yaptığı Brookings Institution uzmanı Eswar Prasad’ın hiçbir ülkenin yüzde 14’ten fazla oy ağırlığı, dolayısıyla veto yetkisi olmaması, kotaların yüzde 20’sinin “parayı veren düdüğü çalar” hesabı açık artırmaya çıkarılmasını öngören “piyasa dostu” önerileri bile fazla taraftar bulmuyor. Washingthon ve Brüksel, statükonun devamından yana görünüyor (WSJ, 27 Nisan 2009).

TÜRKİYE-IMF GÖRÜŞMELERİ
Gelelim, pehlivan fıkrasına dönen, Türkiye’nin IMF ile görüşmelerine. Son yayımlanan IMF “Dünya Ekonomik Görünüm” raporunda, Türkiye ekonomisinin 2009’da yüzde 5.1 daralması öngörülüyor. Halbuki hükümet tahminleri ekonominin yüzde3.6 küçülmesi yönündeydi. Aradaki makas, ister istemez, işler IMF’ye göre bu denli kötü olduğuna göre, bir ekonomik canlandırma paketinin gündeme gelmesi gerektiğini düşündürtüyor. Halbuki IMF’nin krizin başından beri çevre ülkelerde yaptığı tüm anlaşmalar, kemer sıkmayı dayatıyor, işsizlik ve yoksullukla mücadeleyi teğet geçiyor. El Salvador’dan Pakistan’a, Ukrayna’dan Macaristan’a tüm örnekler bu sayfalarda daha önce detaylı incelediğimiz üzere, “antisosyal” nitelikte.
Bir de son dönemlerde sıkça gündeme gelen “Esnek Kredi Hattı” meselesi var. Bilindiği gibi Meksika, bu program sayesinde, Obama’nın ülkeyi ziyaretinin hemen ardından 47.5 milyar dolarlık borçlanma olanağına kavuştu. Bu program kriz içerisinde bulunmayan, temel göstergeleri istikrar sergileyen ülkeler için tasarlanmış. IMF’nin web sayfasına girdiğiniz zaman da, bu programın sürdürülebilir dış dengelere, sürdürülebilir kamu borçlarına, mali istikrara sahip ülkelere uygulanacağının ilan edildiğini görüyorsanız da, rakamsal bir kritere rastlayamıyorsunuz. Örneğin, ocakta Meksika’nın cari işlemler açığı GSMH’nın yüzde 1.7’si iken, Türkiye’de bu oran yüzde 6.4’tü. Bu nedenle bu program kapsamına girilemeyeceği düşüncesi hâkimdi. Halbuki aynı oran nisanda Meksika’da yükselirken, Türkiye’de inişe geçti. Kriz ortamında Türkiye’de ithalatın ihracattan daha hızlı gerilemesi belki hafifletici bir neden olabilir. Ama ayrıntıları dikkatle okuyunca, son 3 yıl içinde kotasının yüzde300’ünden fazla kredi kullananlara cezai faiz uygulanacağı anlaşılıyor. Türkiye’nin kotası 1.191 milyar SDR, yani yaklaşık 2 milyar dolar olduğuna göre, ceza kapsamına girdiği açık. Bu durumda yüzde2.7 ila 3.6 arası bir faiz tahakkuk ettirileceği ilan edilmiş. Halbuki Meksika, yıllardır IMF kapısına düşmediği için düşük faiz kapsamında.
Bir ülkenin ekonomisinin dümenini IMF’ye bırakmış olmasının, o ülkenin emekçileri için bir ceza anlamına geldiğini biliyoruz da, bizzat o kurumun kendisinin bu vakıayı bir cezalandırma nedeni olarak kabul etmesini anlamak kolay olmuyor. Türkiye’nin IMF’den borçlanmak için neden bu denli ısrarlı olduğunu, hükümet üzerinde neden böylesine yoğun bir medya basıncı yaratıldığını bu köşeden daha önce açıklamaya çalıştık, isterseniz bir de Milliyet’teki köşesinden Hurşit Güneş’e kulak verelim:
IMF ile anlaşmak zorunluluğunu bilmek gerek. Malum özel sektör geçmişte çok fazla dış borçlanma yaptı. 2009 yılında bu borçların 40 milyar dolarının ödenmesi gerekiyor. Borçların üçte biri bankalara ait ve bankalar bunun üçte ikisini dış piyasalarda yeniden borçlanabiliyor.
Ama borçların geri kalanının sahibi olan diğer kesim, dış borçların (uzun vadeli kısmı) ödenmesinde ciddi sorunlar yaşıyor (Milliyet, 29 Nisan 2009).

EMEKÇİDEN KEMER SIKMASI İSTENECEK
Evet, başta TÜSİAD üyesi büyük holdinglerin dış borç ödemelerini kolaylaştırmak için bir kez daha IMF ile anlaşma yapmamızda ısrar ediliyor. Tahmin etmek zor değil, başta emekçiler olmak üzere; geniş toplum kesimlerinden her zaman olduğu gibi kemerleri sıkması istenecek. Ya 2001’de olduğu gibi, IMF marifetiyle hükümet özel sektörün borçlarını üstlenecek, ya da en hafifinden döviz bollanınca kurlar düşecek, böylelikle dış borç servisi kolaylaşacak. Burada sadece emekçiler değil, kayda değer dış borcu bulunmayan ihracatçılar da suni kur oynaması nedeniyle olumsuz etkilenecek.

EMEğİN ENCÜMEN-İ DANİŞ’İ
Referans’tan Erdal Sağlam’ın haberinde, IMF 1. Başkan yardımcısı John Lipsky’nin Türkiye’nin mali disiplinindeki bozulmadan şikâyetçi olduğu kaydediliyor. Yeni anlaşmayı daha sağlıklı oluşturmak için, IMF Türkiye Masası Şefi Rachel Van-Elken’e selefleri Carlo Cottarelli, Joha Kahkonen, Lorenzo Giorgianni’nin yardımcı olduğu bilgisi veriliyor (Referans, 28 Nisan 2009).
Anlaşılan IMF, durumun hassasiyeti nedeniyle, kendi “encümen-i daniş”ini harekete geçirmiş. Bizim de doğal talebimiz, hükümetin emek kesiminin temsilcilerini, işçi ve kamu emekçisi konfederasyonlarının, meslek odalarının temsilcilerini, “emeğin encümen-i daniş”ini harekete geçirmesi, yeni bir anlaşmanın emek kesimine ne gibi “yararlar” getireceğini izah etmesi. Aksi takdirde, “IMF bize her zaman bedel ödetir” varsayımından hareketle, direnişe geçmek farz olur. 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmayı başaran güçler, bir kez daha hükümete meydanları dar eder.