Adı Hewan Abeye. Veya nüfus cüzdanında yazdığı gibi, Elvan Can. Ya da alışık olduğumuz haliyle, Elvan Abeylegesse. Türkiye’nin dünyada

Adı Hewan Abeye. Veya nüfus cüzdanında yazdığı gibi, Elvan Can. Ya da alışık olduğumuz haliyle, Elvan Abeylegesse.
Türkiye’nin dünyada en büyük başarı kazanan sporcularından biri.
27 yaşındaki Elvan, kırdığı rekorlara ve aldığı madalyalara yenilerini ekliyor. Bu günlerde Barcelona’daki Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda 10 bin metrede birinci oldu.
•••
Onu izlerken iki yanımız olduğunu hissediyorum. Birincisi, bu bize pek de benzemeyen sempatik kız, madem TC nüfus kağıdı taşıyor ve “bir Türk olarak” sporda göğsümüzü bu kadar kabartıyor; onunla gurur duyuyoruz.
Bir yanımız veya bazılarımız diyelim, Hewan’ı unutamıyor ve ona “pek de bizden biri değil” diyerek kuşkuyla bakmayı sürdürüyor; her ne kadar “madalyalar adına” fazla ses çıkarmasa da...
Gerçi ses çıkaranlar da var: “O kızın üzerinde ayyıldızı gördüğümde utanıyorum.” “Bu aşağılık zenci yerine öz Türkleri yetiştirsek bin kat daha başarılı olurduk...” (www.turkcuturanci.com) “Ben Oğuzların Angola boyundanım; Elvan ise Mozambik boyundan...” (www.milliyetciler.de)
Bunlar, lafı dolandırmayan ırkçı ve milliyetçiler...
•••
Elvan’a “bir türlü ısınamayanlar” arasında, O’nun 1999’da Etiyopya’dan bulunup “devşirildiğini” asla unutmayan ve kıza hâlâ üvey evlat muamelesi yapan medya da var.
O’nun ırkıyla, derisiyle, görüntüsüyle uğraşan... O’nu “yoksul bir ülkeden getirdik, besledik, fırsat verdik” tavrıyla aşağılayan...
Evet, Elvan yoksul bir ülkeden geldi. Ama “yoksul spor dünyamız”a büyük zenginlik katarak borcunu fazlasıyla ödedi.
Bu arada zorunlu olarak Türkiye yurttaşı oldu. Türkiye’yi sevdi. Ama ülkesini unutmadı. Ailesini ve sevdiği adamı terk etmedi. Dinini değiştirmedi ve bunu önerenleri reddetti.
•••
İnegöl ve Hatay olaylarını yaşayan, kendisi gibi olmayana kuşku ve nefretle bakan, giderek artan ölçüde ırkçı ve milliyetçi söylemlerin etkisi altında kalan ülkemizde Elvan diye zayıf, çelimsiz bir kız var...
İsteyen sevsin, isteyen tepki duysun; bize pek benzemeyen o kız, koştuğu zaman bu koca ve hantal ülkeyi sırtlayarak uçuruyor.

Berlusconi ve Saakaşvili kadınları...
Galiba siyaset öylesine sıkıcı ki, bazen siyasetçileri bile bunaltabiliyor. Onlar bile bazen işi show ve eğlenceye dönüştürebiliyorlar.
(Meraklıları için öneri: “sitcom siyasetçiliği” teorisi, kıymetli katkılarınızı bekler.)
İstediğini yapıp ağzına geleni söyleyen 73 yaşındaki Silvio Berlusconi dünya siyasetinin en renkli simalarından biri.
Verdiği demeçlerin önemli bölümü kadın ve seks sosu taşıyor. Başka devlet liderlerine cinsel konularda takılmakta sakınca görmüyor. Yabancı ülke büyükelçilerini toplayıp “İtalya’ya ülkenizden güzel kadınlar getirin” diyebiliyor.
Dahası, bakanlar kuruluna “estetik kriterlerle” üye seçebiliyor. Mesela, eski model, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Bakanı Maria Rosaria Carfagna. Ya da Turizm Bakanı Vittoria Brambilla.
Berlusconi’yi ayrı bir yazı konusu olarak bir kenara koyalım. O, dünyanın en gelişmiş ülkelerden birinde “saltanat” sürerken, küçük bir ülkede, iktidarını zar zor koruyan bir başka lider, Mihail Saakaşvili de benzer zaaflarıyla ünlü.
Adı sık sık siyasi ve cinsel içerikli skandallarla anılan Gürcistan Devlet Başkanı, geçenlerde 28 yaşındaki güzel bir kızı Ekonomi Bakanı yaptı. Çocuk yaşlarda ülkesinden ayrılmış olan Vera Kobalia adındaki bu kızın en büyük “ekonomi deneyimi” Kanada’da fırın işletmekti.
Kızı Kanada’da görüp beğenen Saakaşvili önce onu Tiflis’e çağırıp bir örgütün başına geçirdi. Üç ay sonra da muhalefetin şaşkın bakışları arasında bakan yaptı. Üç gerekçesi vardı: “Vera enerjik, Rusya’nın etkisi altında değil ve yabancı yatırımcılarla ortak dil bulabilecek biri”.
Dördüncüsünü anlatmaya gerek var mı?

Amaçlar ve araçlar...
Ne kadar safmışım. Katalonya’da boğa güreşlerinin yasaklanması için verilen mücadeleyi uzaktan izlerken duyduğum heyecan neredeyse tümüyle boşunaymış.
Evet, boğa güreşleri 2012 yılının başından itibaren yasaklandı. Bu iyi, güzel. Ama...
Şimdi bu tarihi kararı yorumlayan on kişinin dokuzunun anlatımında boğa yok! İnsanlık yok! Şiddete karşı çıkmak yok!
Ne var?
Siyaset var! Ayrılma (Katalonya’nın İspanya’dan bağımsızlığı) mücadelesi var! Milliyetçilik var!
“Biz sizin (boğa güreşi) geleneğinizi istemiyoruz. Alın mektuplarınızı, bize de resimlerimizi geri verin ve ayrılalım” havasındalar.
Diyebilirsiniz ki, “sen Hatice’ye değil, neticeye bak”... Anlıyorum, tamam, ama içime sinmiyor.
Siyasette genellikle “yüce amaçlar uğruna kullanılan araçlar” tartışılır, bazen şiddet, bazen halkı hiçe sayma, bazen aldatma... hepsi sonuçta “halk için” diye cilalanarak savunulur ya...
Bazen de “iyi araçlar” büyük siyasi amaçlar için tesadüfen kullanılabiliyor.
Sen boğa güreşini seviyorsan ben reddediyorum. Sen sevmeseydin, ben inadına isteyebilirdim.
Bizde de olduğu gibi, sen ak dediğin için, ben kara diyorum...
Ahlak ve vicdan siyasetin dışında kaldıkça, aldığım iyi haberler bile bana iyi gelmiyor doğrusu.

Okurlara rapor ve bir vaat
BirGün’de köşe yazmaya başlayalı dün bir ay oldu. Haftada iki defadan beş hafta, on köşe eder... Bir şeyler söylemek için erken... Ama söyleyeceğim.
Önce “hoşgeldin” ve “renk kattın” türü nazik selamlara teşekkür. Çeyrek yüzyılı aşkın süre sonra memlekete dönüp “dış politika dışında bir şeyler karalama” girişimlerimi hem yadırgayan, hem yüreklendiren okurlar sağolsun.
“Türkiye’ye hâlâ tam alışamamak” konusunda beni dostça uyaran bazı okurlara da yazdığım gibi, acemilik ettiğim konularda hoşgörünüze güvenmenin dışında, “bazen her şeye alışık olmamanın da bazı yararları olabilir” iyimserliğindeyim.
Mizah, hiciv, alay, ironi, şaka... Hepiniz farklı dile getirdiniz belki, ama en canlı ses verdiğiniz konu bu oldu. Sanki ciddi konularda bile olsa, fazla ciddiyetten bıkan epeyce okur var gibi. Ayrıca ciddi yazmasını benden çok daha iyi beceren yazarlarımız da az değil madem...
Medya yazıları. Meslektaşlarımdan ve medya sitelerinden aldığım sıcak tepkiyi küçümsememekle birlikte, bu konuda gazeteciler olarak daha çoook konuşup yazmamız gerektiğini düşünüyorum. Mesleği kurtaramazsak kendimizi de kurtaramayız.
İstekler. “Şu konuda yazı bekliyoruz” türü mesajlarınızı dikkate aldığımı bilin. Başta Rusya ve öteki eski Sovyet ülkeleri olmak üzere. Gelecek hafta “Medvedev mi, Putin mi” meselesine girelim, tamam.
Aldığım bir eleştiri: “Bu kadar büyük alan kaplıyorsun (bir arkadaşın deyişiyle ‘Hıncal’ın Yeri’nden sonra en büyük köşe), 3-4 yazı yerine 4-5, hatta 5-6 yazı yazsan daha iyi olmaz mı?” Daha iyi olur tabii. Daha kolay olmaz, ama daha iyi olur...
Ve bir eleştiri daha: “Geçmişte başka gazetelerde yazmış olduğun öyküler, izlenimler hani nerede?” Haklısınız. Bunu en başından BirGün yönetimiyle de konuşmuştuk. Günü gelince belki daha geniş yer veririz bu tür yazılara. Ama size bir vaat: Gelecek haftadan başlayarak edebi bir tat bulacağınızı umduğum “Nataşa mektupları”na yer vereceğim zaman zaman. BirGün sayfalarından Türk basınına yankılanacak yeni bir ses çıkacağını umuyorum. Biraz bekleyin.
Ve beklerken görüşlerinizi mümkünse dolaysız olarak bana aktarmak için (internet kullanıyorsanız) iletilerden biraz daha aktif yararlanın lütfen. Bu da izninizle benden size bir ufak eleştiri olsun.