Bir iki hafta önce ‘Pabuç  Hikâyesi’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Biraz hüzünlü bir yazıydı. Geride kalan pabuçlardan bahsediyordum...

Bir iki hafta önce ‘Pabuç  Hikâyesi’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Biraz hüzünlü bir yazıydı. Geride kalan pabuçlardan bahsediyordum. Düştüğü yerde kalan ve içimizi burkanlardan. Sahibini bekleyen ev hayvanları gibi kapı önlerine konanlar, enkazlarda tesadüfen bulunanlar, sellerde sürüklenip karşı kıyıdan çıkanlar. Vurulup yere düşenlerin, kaybedilip dönmeyenlerin, toplama kamplarında ölenlerin pabuçları.
Yerde yatan bir pabucun başka bir çağrışımı olamaz gibi geliyordu bana. Genellikle olduğu gibi, hayat beni yine düzeltti. Bana bir kez daha ayar verdi. Artık alıştım, ses çıkarmıyorum.
Neymiş? Pabuç denen şey meğer bambaşka anlamlara da gelebiliyormuş.
Evet. Selçuk Özbek’in IMF Başkanı Dominique Strauss Kahn’a fırlattığı pabuçtan söz ediyorum. Kahn’a doğru uçup yere inen bu ayakkabıya bakınca, geçenlerde yazdığım şeyleri gözden geçirmek zorunda kaldım. Semboller insanı yanıltabiliyor. Yerde yatan her ayakkabı bir kaybın, bir yenilginin işareti olmak zorunda değilmiş meğer. Bazan da bir isyanın, bir reddin, bir inadın simgesi de olabiliyormuş.
Bugün okulda hep bu pabuç  konuşuluyordu. Kimi öğrencilerin gözlerinde muzip pırıltılar gördüm. Bunlar geçmişte, kariyer günlerine katılmak için gelen Shell yetkililerini bir odaya kilitleyen ve Koç Holding insan kaynakları ekibine koç yumurtası atarak “Köle pazarı istemiyoruz” diye bağıranlardı belki de. Üniversitelerin şirketlere adam yetiştiren birer “iş adamı otomatı” olmaktan ziyade, eğitim kurumları olduğunun hatırlanması için düşünülmüş eylemlerdi bunlar. Selçuk Özbek’inki de öyleydi. Bilgi Üniversitesi’nin salonuna düşen pabucu, bütün yaratıcı eylemlerde olduğu gibi etrafa mizahla karışık bir canlılık yayıyordu.
Hayır demenin en etkili yolu buydu çünkü. IMF’nin gücüyle baş etmenin yolu onunla tartışmaktan değil, ona gülmekten, onu kahkahayla alt etmekten geçiyordu. Bir an için bile olsa, Selçuk’un pabucu bu etkiyi yarattı. IMF Başkanı Kahn etrafında yaratılan büyüyü bozan ve kendini ciddiye alan bütün bu “büyük” adamları birer panayır kuklası haline getiren bir “densizlik” oldu bu.
Günlerdir şehrin her tarafına yerleştirilen “Hoşgeldin IMF!” ilanlarıyla pekiştirilen ağır hava sonunda dağıldı.
Selçuk hepimiz için konuştu. Plazalarda yaşanan donuk ve renksiz hayata, bize bundan başka bir seçeneğimiz olmadığını söyleyenlere, hayatımızdan ışığı ve umudu çalanlara bir cevabımız olduğunu gösterdi.
Biz dediğim kimdir? Başka bir hayatın mümkün olduğuna inananlar. İnsanların ölene kadar köle gibi çalıştırılmadığı, geceleri eve iş getirmek yerine sevgilileriyle sahilde yürüyüşe çıkabildiği, hazzı değil de mutluluğu hedeflediği, tüketmektense yaratmayı tercih ettiği bir hayatı özleyenler.
Kazandık mı? Hayır. Daha değil. Ama böyle yenilmekte beis yoktur. Kazanmamız için daha kaç  kişinin pabucunu dev şirketlerin, medya patronlarının, plazaların suratına atması gerekecek, kim bilir. Selçuk Özbek’in pabucunun izi IMF’in yüzünde kaldı mı, kalmadı mı? Mesele budur. O kadar öğrencinin kuzu kuzu IMF’nin nakaratlarını dinlemesi, hiç bir tepki göstermeden kendisine söylenenleri alıp cebine koyması, işte en fenası bu olurdu. Bu beyefendiler karşısında asıl yenilgi bu olurdu.
Böyle zamanlarda şimdi uzaklarda olan bir dostumun sesini duyar gibi olurum.  Beckett’in meşhur lafını söyler bana: “Hep denedin. Hep yenildin. Önemi yok. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.”
Böyle bir inatla yenilmenin iyi bir yenilgi olmadığını kim söyleyebilir.