Bilmem, ‘müjde!’ mi diyelim? “IMF’siz Türkiye” özlemi önümüzdeki bir buçuk yıl boyunca gerçekleşecek gibi görünüyor. Daha önce

Bilmem, ‘müjde!’ mi diyelim? “IMF’siz Türkiye” özlemi önümüzdeki bir buçuk yıl boyunca gerçekleşecek gibi görünüyor.
Daha önce yazdıklarımı kısmen tekrarlamak pahasına da olsa, bugünkü durumu birkaç soruya odaklanarak değerlendirmek istiyorum.
Birinci soru, “IMF-Türkiye ilişkilerinin yakın geçmişi” ile ilgilidir. Hatırlatalım ki, Haziran 1998 ile Mayıs 2008 arasında Türkiye kesintisiz on yıllık bir IMF (ve ona çoğu kez refakat eden Dünya Bankası-DB) gözetimi altında kaldı. Bu dönem içinde, bu iki kuruluş sadece makro-ekonomik politikalarla yetinmediler. Çeşitli alt-sektörlerin, faaliyetlerin yönetimini devralan bağımsız kurulların oluşumundan özelleştirmeye; sağlık ve eğitimin ticarîleşmesinden sosyal güvenlik sisteminin dönüştürülmesine; işgücü piyasalarının esnekleştirilmesinden geleneksel tarımsal desteklemelerin tarihe karışmasına kadar Türkiye toplumunun adeta tüm hücreleri sermayenin stratejik hedeflerine, farklı bir deyişle neoliberal politikalara IMF/DB reçeteleri aracılığıyla teslim edildi. Bu nedenle, bu dönemin tümünü mercek altına almak; “AKP’li yıllara” odaklanmaktan daha sağlıklıdır.
İkinci soru, “AKP hükümetlerinin IMF ile ilişkileri” ile ilgilidir. AKP iktidara geldikten sonra, 2001 krizinde oluşturulan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın dayandığı IMF anlaşmasını olduğu gibi sürdürdü. Dahası, Mayıs 2005’te hiçbir ekonomik gereksinim olmamasına rağmen, üç yıllık bir stand-by daha imzaladı. IMF norm ve kurallarına uymamasına rağmen yapılan bu anlaşma, IMF uzmanları tarafından “üç yıllık bir program, 2007 Kasım’ında yapılacak genel seçimler için [AKP hükümetine] bir çıpa sağlayacaktır” gerekçesiyle savunulmuştu.
“AKP hükümeti yeni bir stand-by anlaşması için görüşmeleri niçin başlatmıştı?” Üçüncü soru budur.
Yanıt açıktır: ‘Türkiye uluslararası krize kırılgan konumda yakalandığı için…’ Çok açıklandı; ama kısaca tekrarlayayım: Uluslararası kriz ortamında kırılganlık, ‘yüksek dış borç; yüksek dış açık’ anlamına geliyordu. Kriz sonrasında IMF’nin kapısına giden, stand-by müzakerelerine başlayan; anlaşmaları imzalayanlar da bu grup ülkelerle sınırlı oldu. Türkiye de bu konumdaydı. 2008’in son üç ayında 10 milyar dolara yaklaşan yabancı sermaye ülkeden çıktı. Bu şok, sonraki aylardaki dış borç yükümlülüklerinin finansal sistemi sarsmasını gündeme getiriyordu. Acil dış kaynak gereksinimi, IMF ile görüşmelerin başlatılmasını tetikledi. Benzer konumdaki pek çok ülke, örneğin Doğu-Orta Avrupa ülkeleri, birkaç ay içinde IMF ile stand-by anlaşmalarını bu nedenle imzaladılar.
Dördüncü soruya gelelim: “Uluslararası krize Türkiye’nin kırılgan konumda yakalanmasında, uzun süreden beri ekonomiyi denetleyen IMF’nin sorumluluğu var mıdır?”
Tartışmasız IMF’nin sorumluluğu söz konusudur: Kamu maliyesi faiz dışı fazla, Merkez Bankası ise yüksek reel faiz hedeflerine kilitlenmişlerdi. Bunlar ekonomiyi daraltıcı politikalardır. Bu etkiler, sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliği ile aşıldı: Yabancı sıcak ve serin paranın dört nala girişleri ve yerli şirket ve bankaların dış borçlanmaya yönelmeleri dövizi ucuzlattı; dış ticaret açığını ve dış borçlanmayı pompaladı. Sermaye hareketleriyle başlayan bir kısırdöngü, tüm dışsal kırılganlıkları besledi; ağırlaştırdı. Bu sürecin her halkasında IMF belirleyici rol oynamıştır. Bu nedenle hükümet, IMF ile müzakere masasına otururken, ‘size harfiyen uyduğumuz için bu haldeyiz; sorumlu sizsiniz; bu nedenle kemer sıkma şartlarından vazgeçerek bizi destekleyin; aksi halde dış yükümlülüklerimizi askıya alır; sorumluluğunuzu dünyaya duyururuz’ diyebilme imkânına sahipti. Teslimiyetin itirafı anlamına geldiği için, bu yol izlenmedi.
Sonuncu soruya gelelim: ‘Stand-by görüşmelerine niçin son verildi?’
İlk önce, sözünü ettiğim kırılganlığa rağmen, bir yıl boyunca anlaşma imzalanmadan durumun nasıl ‘idare edildiği’ açıklanmalıdır. Bu köşede ve başka yerlerde bunu tartıştım: Yabancı sermaye Türkiye’den hızla çıkarken, finansal sistem, ‘esrarengiz’ bir can simidi sayesinde ayakta durabildi. Kriz dalgasının en sert etkilerinin yaşandığı ilk altı ayda, yabancı sermaye Türkiye’yi hızla terk ederken, ekonomiye kayıtdışı 12.5 (hatta önceki verilere göre 17) milyar dolarlık döviz girdi. Olası bir stand-by imzalansaydı, bu dönemde daha yüksek bir kredi almak esasen söz konusu olmayacaktı. Bu kaynak, ekonominin hızla küçülmesini önleyemedi; ama, finansal piyasaların ayakta kalabilmesini mümkün kıldı. Ağır koşullar içerecek bir stand-by anlaşması, bu sayede çok acil olmuyordu.
Görüşmelere bu hafta son verme kararı ise, üç etkene dayanıyor:
•Birincisi, hükümetin benimseyip yayımladığı Orta Vadeli Program, aslında, ‘eksik bir IMF programı’dır. Bu program, 2009-2012 arasında, kamu maliyesinde milli gelirin yüzde 3.4’ü oranında daralma (giderlerde kısılma, vergilerde artış) öngörüyor. Bu, bunalım ve işsizlik ortamında, ekonomiyi en azından durgunluğa sürükleyen fiili bir IMF programıdır. ‘İşgücü piyasalarını esnekleştirme’ türünden neoliberal ‘yapısal reform’ öğeleri de programda yer alıyor. Bunlar, IMF’siz de olsa, Türkiye burjuvazisinin ve uluslararası finans kapitalin isteklerini karşılamaya özen gösteren bir yaklaşımı yansıtmakta; sermaye çevrelerinin “IMF’yle anlaşma” ısrarını hafifletmektedir.
•İkincisi, Kasım 2009’dan bu yana, Türkiye ekonomisine dış dünyadan net sermaye girişi başlamış; ne kadar süreceği belli olmamasına rağmen bu olgu, acil dış finansman gereksinimini hafifletmiştir.
•Üçüncü etken ise, AKP’nin elini-kolunu bağlayacak kimi IMF taleplerinden kaynaklanıyor: Bunlar, anlaşılan, ‘mali kural’ cenderesinin uygulanmasına derhal geçilmesi, vergi idaresinin özerkleştirilmesi ve belediyelere aktarılacak kaynaklarda kısıtlanma gibi bir seçim konjonktüründe kabulü güç öğelerden oluşmaktadır.
‘IMF canibinde’ de yeni ve ilginç gelişmeler var. Bunları önümüzdeki haftalarda tartışmak istiyorum.