Yazıyı yazmadan evvel pek bocaladım, “ne yazayım” diye. “Akşama ne pişirsem” kadar sevimsiz bir evredir bu “düşünme” hali. Aslında...

Yazıyı yazmadan evvel pek bocaladım, “ne yazayım” diye. “Akşama ne pişirsem” kadar sevimsiz bir evredir bu “düşünme” hali. Aslında, insan üçüncü seçeneği bazen çok ister. “Hiçbir şey pişirmesem, dışarıda yesek; yazı yazmasam da yazı okusam” gibi…

Her şey o kadar karmaşık ki, bu karmaşa içerisinde bir şeyi seçip, diğerlerinden ayrı yazmak çok güç. Her şey çok zincirleme. Büyükanıt ile muhalefetin bir komedi filmi gibi kapışması; Baykal’ın birden Büyükanıt’a “sen aradan çekil” diyebilmesi, Erdoğan ile Büyükanıt’ın elektrik uyumu, operasyon kardeşliği ve bütün bu olup bitenlerin içinde bir de Talabani’nin Türkiye’ye gelmesi…

Birini öbüründen nasıl ayıracaksın? Bunların tümünü iki satırla geçiştirip, en iyisi Diyarbakır’a geçmek… Bu iki satırın içinde Baykal çok iyi yerde duruyor. Sınırötesi operasyonu protesto etmek için Diyarbakır’da bir iki hafta önce epeyce kalabalık bir yürüyüş yapılmıştı. O yürüyüşün en ironik yanı, açılan bir pankarttı. Diyordu ki “Talabanî, em şîv bin tu paşîv î.” Yani, “Biz akşam yemeğiysek, sen de yatsı yemeğisin.” Bu sözü hem Talabani’nin Ankara ziyaretine uyarlayabiliriz hem de Baykal’a… Zira, ordunun yanında saf tutun Baykal’ın bir gün kendisinin de yatsı yemeği olacağını bilmesi icap ederdi. Aynı şekilde, Ankara’ya geldiğinde neredeyse çaycı tarafından karşılanan Talabani’nin de…

İşte böyle bir slogan, bir sürü şeyi izah etmeye yetiyor bazen. Şimdi Diyarbakır’dan devam edelim. Bu aralar yine popüler bir pankart var. 8 Mart mitinginde de açılmıştı: "Siwar hat û peya çû" Yani, “Atla gidip yürüyerek döndünüz.” Bu da sınırötesi harekata ilişkindi. ABD’nin sözleri, ordunun geri çekilmesiyle muhalefet-iktidar-ordu arasında başlayan söz düellolarıyla Diyarbakır pek de ilgilenmiyor sonucunu da çıkarıyor bu slogan. Klasik bir Kürt şarkısı nakaratından türetilen bu slogan, savaş tamtamlarıyla, karda kışta dağlara yönelip de ardından geri dönüşle dalga geçiyor. Ve bu pankart aslında bu tarafların ruh halini, gelişmeleri nasıl anladığını, nereden baktığını da özetliyor. Ayrıca bu pankart sadece Diyarbakır’da değil, pek çok şehirde de açıldı. Her ne ise, devam edelim…

Bu aralar sürekli eylem halinde olan bu taraflara dair gözlemlerimi iki satır anlatma derdindeydim başlangıçta. Bahsettiğim sınır ötesi operasyonu protesto yürüyüşüne uzun zamandır görmediğim bir kalabalık katılmıştı. Hafta içi, gün ortası olduğu için, o ortalığın lakaytlaştıran çocuklar da yoktu. Neyse ki hepsi okuldaydı da yürüyüşün bir ciddiyeti vardı. Leyla Zana’nın duygulu ve öfkeli konuşmasını dinleyen orta yaş üstü erkeklerin ağlamasına tanık oldum. Evvela bu şaşırttı beni. Ortalama şöyle diyordu, “Günah! Bu millete, bu milletin çocuklarına yapılanlar vicdansızlık!”

Aslında öfke, kızgınlık, politize ruh hali başka bir şeye evrilmişti. Ağlamak… Hiç görmemiştim böyle ağlayan yüzlerce erkeği. En çok erkekler ağladı. Aynı Leyla (ki biz ona Leyla diyoruz) 8 Mart’ta da konuştu. Bir hatip gibi. Kadınlara ve kadınları çepe çevre saran, kenarlarda toplanmış, alana girmeyen erkeklere... Bu sefer başka bir şey anlatıyordu: “Kürdün üzerindeki kara lekeyi, namus cinayeti işlerler lekesini kaldırın!” Hem kadınlar, hem de erkekler alkışlıyordu. Öğretmenlerini dinler gibi dinliyordu herkes.

Aslında bu hitapları dinleyen, duygulanan, kızan ya da ağlayan kesim, Kürtlerin tam da savaştan doğrudan etkilenen kesimi… Köyleri yakılmış, boşaltılmış, çocukları dağa gitmiş ve ailenin düze çıkması için, bu sorunun çözülmesini bekleyenler. Kürt sorunu her ne kadar üst siyaset diliyle anlatılıyor-algılanıyor olsa da böyle bir nüfus, Diyarbakır’ın ve bölgenin çok ciddi bir tabakasını oluşturuyor. Yoksul, arka planında eziyet olan, tutunamayan ve gözünü kulağını Kürt hareketine, meselesine diken kesim. Ve onların çocukları… Aslında bu çocukları yazmak apayrı bir yazı konusu. Şimdilik iki satır yazayım.

8 Mart mitingi, Urfa Kapı denilen sur kapısından, meydana uzanan bir yürüyüşle başlayacaktı. Kısa bir mesafeydi bu. Yürüyüş kolunun toplandığı yere doğru giderken, yaklaşık ikiyüz erkek çocuğunun sloganlar atarak yürüyüş kolunun önünde yürüdüğünü gördüm uzaktan. Kadınlar görünmüyordu. Yaklaştım. Yaşları 8 ile 12 arasında değişen bir sürü erkek çocuğu, yüzlerini sarmış, kazaklarını kaldırıp kafalarına geçirmiş, bir tek gözleri açıkta, yürüyüşü kendilerince başlatmışlardı. Kürtçe malum sloganlarla. Sonra kasalar açıp güvercinler uçurdular. İlerlediler.
Ortada hiçbir şey yokken mesela bazıları “yuuuhhh” diye bağırıyordu. Aslında her şey işte o köyleri yakılan, yoksul mahallelere yerleşen ailelerin çocuklarının, gündelik hayattan kaptıkları bir ritüeldi. Öğrenilmiş davranışlar bütünlüğü… Burada tabi öğrenene bakarken, öğreteni düşünmek lazım…
Öğreteni ve bu çocukları bir dahaki yazıya erteleyelim şimdilik.