Yazılması gereken zamanı kaçırmış gibi görünüyor, ama benzer ortamlar yeniden ısıtılmakta, o yüzden kısaca toparlamaya çalışayım...

Yazılması gereken zamanı kaçırmış gibi görünüyor, ama benzer ortamlar yeniden ısıtılmakta, o yüzden kısaca toparlamaya çalışayım. Üç ay kadar önce önümüzdeki Eylül ayında düzenlenecek olan İstanbul Bienali’nin mekân sorununu tartışmak üzere gerçekleştirilen toplantının sonlarında Ali Akay söz aldı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan düşünsel ortamda sanat dünyasının ‘evrensel’ olanın izini sürmeye çalıştığından, ama son on yıl kadarlık dönem içinde ‘yerellik’ vurgusunun öne çıktığından bahsetti Akay – ulus-kültürlere bağlı bu yerellik yoğunlaşması bir tıkanma noktasına gelmişti ve bunu açabilecek kavram ‘tekillik’ olabilirdi. Bu noktada tartışma alevlendi ve izleyicilerden yüksek tonlu tepkiler geldi:

‘Böyle konuşamazsın! Yerelliğimizden, ulus kimliğimizden vazgeçmemizi ne hakla talep ediyorsun!’ İtirazın bu kadar kaba biçimde ortaya konması, Akay’ın söylediklerinin saptırılması ve egemen milliyetçi retoriğe bu kadar kolay biçimde hiç yüksünmeksizin başvuruluyor olması ilk defa tanık olduğum şeylerdi. Budaklanan tartışma en sonunda bienal ve benzeri sergilerin yabancı kurumlarla işbirliği yapan küratörler ve onların ahlâkdışı bir şekilde manipüle ettiği sanatçıların doğal zemini olduğu savına sürüklendi. Dolaşıma girmeyi başaramamış bir sanatçı ‘konsept’ sergilerinin bir kirlilik yarattığı, bu tür sergilere davet edilmemiş olmasını bir şans olarak adlettiğini söyledi. Açıkça söylenmese bile, bilindik ‘vatana ihanet’ damgasının yakınlarda bir yerde olduğu hissediliyordu. ‘Avrupa’ya gidip Türkiye’yi şikayet eden ve bundan prim yapan’ sanatçı klişesi yine meydana çıktı.

Benzer bir durumla Ankara’da düzenlenen başka bir toplantı sırasında karşılaştım. İstanbul’dan sonra güncel sanat üretiminin en gelişkin biçimde var olduğu yerin Diyarbakır olduğunu söylemem hemen tepki çekti. Önce İstanbul’dan gelen birinin Ankara’yı taşra olarak görme alışkanlığının bir örneği olduğu söylendi. Sonrasında Diyarbakır’a yüklenilmeye başlandı: Nasıl oluyordu Diyarbakır’da bir sanat merkezi kurulabiliyordu? Kimler vardı arkasında? George Soros’un ne işi vardı oralarda? AB’nin bölgedeki gizli amaçları belli değil miydi zaten –şimdi konuşturmayın bizi…? Genel olarak yükselen Anti-Kürt hissiyatı n tipik bir tezahürü -R T Erdoğan’ın geçen gün hangi mantıkla arka arkaya koyduğunu anlayamadığım iki cümlesine ne kadar da benziyor: ‘Avrupa terör konusunda çifte standartlı. DEHAP belediyelerine kaynak yağıyor Avrupa’dan’.

Sanki İstanbul’da açılan yeni sergi mekânlarının ve müzelerin kapitalle hiçbir alâkası yok; sanki Soros’un başka şehirlerde düzenlenen etkinliklere katılımı yok… Toplantıda Diyarbakır’a karşı tepkinin sözcülüğünü üstlenen eski kavramsal sanatçının toplantı öncesinde Kuzey Kıbrıs’ın mülkiyeti tartışmalı bölümlerinde girişmeyi planladığı milyonlarca dolarlık arazi alım projelerini sakınmaksızın ballandıra ballandıra anlatması aklımdan çıkmıyor bir türlü. Diğer yandan, şu sanatçılar etnik kimliklerini kullanarak o sergilere katılıyorlar, bu sanatçılar cinsel yönelimlerini istismar ederek başarı kazanıyorlar türündeki sızlanmalar aslında anlamlı olabilecek çözümlemeler ve okumalar getirmekten ziyade, doğru dürüst söyleyecek bir şey üretememenin, kendini taşralaştırmanın telafisi olarak işliyor.

Yine de, benim suçum. Daha önceki bir yazımda Türkiye ve İstanbul’daki güncel sanat ortamının belirgin biçimde anti-milliyetçi bir karaktere sahip olduğunu söylemiştim. Anlaşılan belirli bir sanatçı çevresi üzerine konuşageldiğim için bende böyle bir miyopluk oluşmuş. Aslında Türkiye’de olanlar genel olarak her türden sosyalliğe benzer oranlarda yansıyor. Bendeki kurtarılmış bölge yanılsaması.