Anayasa değişiklikleri ile ilgili tartışma, büyük iddialar, suçlamalar, kamplaşmalarla  toplumun enerjsi ve zamanını tüketmeye devam ediyor. Bu arada...

Anayasa değişiklikleri ile ilgili tartışma, büyük iddialar, suçlamalar, kamplaşmalarla  toplumun enerjsi ve zamanını tüketmeye devam ediyor. Bu arada yaygın işsizlik gibi sosyo-ekonomik sorun “hodri meydan, çözebilirseniz siz çözün” diye muhalefete ikram ediliyor, Kürt sorunu ise zaten siyaseten çözülemez bulunarak profesyonel ordu gibi askeri çözümlere teslim ediliyor. Kimse de çıkıp, maaşlı asker olduklarında ölecekler yine evlatlarıımız olmayacak mı diye sormuyor.
Bu konuda olumlu tek şey, yetersiz olsa da taş atan çocuklarla ilgili yasal değişiklikler. Bunu herhalde referanduma borçluyuz; hiç değilse neden olduğu bir “iyilik” olarak bir kenara yazalım.
Bunlar daha çok konuşulacak. Ama, anayasa değişiklikleri ile ilgili evet-hayır tartışmalarının bir ucunun aydın meselesine gelip dayanması gibi bir konu da var. Bu toplumda aydın olmanın ne demek olduğu, kimin aydın olup olmadığı eski ve çok tartışılan bir mesele. Çıkarlar ve safların sıkıştığı her sefer bu tartışmanın alevlendiği de biliniyor.
Bu nedenle Hasan Bülent Kahraman’ın Neşe Düzel’le yaptığı söyleşi beni düşündürttü. Yaptığı değerlendirmeler, kişisel değil, ilkesel anlamda bir tartışma açıyor.
Kısa bir özet: Kahraman, söyleşide, Düzel’in anayasa değişiklikleri konusunda aydınların ikiye ayrıldığı yolunda saptamasına karşı, “gerçek aydınların evet , sisteme entegre olan aydınların ise hayır dediği” gibi bir cevap vermekte. Bu ifadeden sonra tanım yapma ihtiyacı da hissettiğinden, sisteme entegre olmuş birine aydın denemeyeceğini, çünkü aydın olmanın “özgün, muhalif ve bağımsız” olmak demek olduğunu söylemektedir. Sonra da, AKP’yi ve politikalarını desteklemenin sistemi desteklemek olmadığını, demokrat aydınların AKP’nin sisteme zıtlaşan politikalarını desteklediğini ilave etmektedir.
Sorun ilkeler değil; fakat bu ilkeleri ortaya koyduktan sonra anayasa değişikliklerine evet ve hayır demeyi ölçüt alarak veya sisteme karşıtlık gibi açık uçlu bir ifade kullanarak gerçek, demokrat, bürokratik aydın gibi tanımalamalara gitmekle ilgili. Böyle yapıldığında, ne yazık ki, asıl harcanan ilkeler olmakta.
İlkelerden başlayalım. Bir kere, ilkeleri esas alıyorsak, gerçek aydın, sahte aydın gibi kategoriler yaratmadan önce aydınların çoğunun reel dünya sisteminin (bu sistemi, kapitalist, hegemonik, eşitsiz, adaletsiz, iki yüzlü gibi bir çok sıfatla tanımlayabilirsiniz) bağrından çıkmış ve onun kültürünü yükseltmek, egemenliğini arttırmak üzere çaba harcayan “organik aydınlar“ olduğu gerçeği unutulabilir mi? Bu anlamda neyin bağımsızlığı?
Yani, sisteme entegre olmayı aydın olmaya engel olarak görüyorsak bu sistemi, diyelim, Türkiye’deki “devletçi-seçkinci” anlayışa sahip olmakla sınırlamak, sistemi burada başlayıp bitirmek kabul edilebilir mi? Bunun ötesine geçen bir sistem var; ama bununla bütünleşme bağımlılık olmuyor mu? Hükümeti sistemden ayırmak da o kadar kolay değil; ama geçelim.
İkinci olarak, sistem bütünüyle organik bağ bir yana, birçok aydının siyasal iktidar, iş dünyası, siyasal parti veya farklı toplumsal kesimlerle daha doğrudan ilişkileri olduğu yadsınamaz. Bunun dışında, aydınların çoğunun, bir yerlere doğrudan olmasa da, Sartre’ın deyimiyle “dışardan bağlanmış” konumda oldukları bir gerçek. Örneğin iş ilişkisini, ya da şu veya bu medyada yazmayı  neden dışardan bir bağ olarak düşünmeyelim!
Üçüncü olarak, iletişim toplumunda yaşıyoruz ve özellikle medya marifetiyle yazabilen ve konuşabilen birçok kişi aydın olarak kabul ediliyor. Bunların çoğu, uzman, akademisyen, sivil toplum yöneticisi, vb gibi; çoğunda da ilkesel özelliklerin bulunmasını beklemek zor. Yalnız bağımsızlık da değil, özgünlüğün de nerede ve ne kadar olduğu gibi bir soru var.
Dördüncüsü, eğer ilkesel ve durumsal koşulların birbirini tutmadığı gibi bir gerçeklik söz konusuysa, “gerçek olmayan aydın” tanımlamasının Kahraman’ın kurduğu ilişkiyi çok aştığını kabul etmek gerekiyor.
İlkeler geçerli olmadığında ise, her kesimin kendine göre gerçek-sahte aydın yapmasını engellemek mümkün değil. Bu durumda, anayasa değişikliklerine evet diyenlerin gerçek aydın olmadıklarını söyleyen birileri de olabilecek demektir.
Demek ki, gerçek-sahte gibi eğilip bükülebilir değil, daha nesnel bir ayırıma gitme ihtiyacı var.
Bir öneri tabii. Ama şuna veya buna eleştirel baksa ve muhalif olsa da, en başta reel sisteme bağımlı olan, konumu gereği çeşitli bağları bulunan geniş bir aydın kesimi için “geniş anlamda” veya “kendine aydın” gibi bir tanımlama getirmek mümkün. Böylece ilkelerden vazgeçilmez; buna karşın pek kolay bulunmayan “bağımsızlık ve özgünlük” gibi nitelikleri geniş anlamda aydınlardan beklemekten vazgeçilir. Sahtelik ve gerçeklik gibi nitelemelere  sapmak yerine de, her kesimin aydını olduğu gibi “gerçeklik” kabul edilir.
Ve hâlâ ilkelerin bütünü önemli diyorsak, o zaman aydını, sistem bütününe karşı olmakla başlayan bir muhaliflik, ezilmişlerden yana daha iyi bir toplum, dünya, gelecek tasarlamak derdine düşmüş bir bağımsızlık ve özgünlük peşinde (üzerine vazife olmayan işlere karışan) biri gibi düşünür ve daha temel aşkınlıklar ararız.
Dolayısıyla ilkeleri esas alacaksak, oldukça dar bir aydın kesimi söz konusu; geridekilerin hiçbiri “gerçek aydın” değil. Yok, var olan durumsal gerçeği esas alacaksak, gerçek olan ve olmayan aydın ayırımı yapmanın anlamı yok.
Kuşkusuz, geniş anlamda aydınların bağlandıkları ile eleştirdikleri sistemlerin birbirlerine göre farklı bir değeri olmadığı söylenemez. Kimin aydını olursa olsun, günümüzün önemli değerlerini dikkate almakla boşlamak arasında önemli fark var. Bu nedenle söyleşide yer alan“demokrat aydın” nitelemesi üzerinde durmak gerekiyor.  Sonraki yazıya.