Aslında Santa Fe’ye uğramamızın pekte turistik bir manası yoktu. Biraz zorunlu istirahat gerekiyordu. Ulaşmak istediğimiz Cordoba’yla Rosario arası...

Aslında Santa Fe’ye uğramamızın pekte turistik bir manası yoktu. Biraz zorunlu istirahat gerekiyordu. Ulaşmak istediğimiz Cordoba’yla Rosario arası 7-8 saat çektiği için ister istemez bize de Santa Fe’de konaklamak düştü. Santa Fe kenti, Rosario’nun da içinde bulunduğu eyaletin başkenti olmanın ötesinde, sahip olduğu birkaç müzeyi ve kolonyal tarzda yapılmış binaları saymazsak, pekte çekici bir kent degil. Arjantin’in topu topu 3-5 yüzyıllık bir tarihi olsa da, (sanırım uluslaşma sürecinin önemli bir kültürel ögesi olsa gerek ki) bu kısa tarihe dair hemen hemen her kentte bir kaç müze var. “Soluk benizliler”in işgali öncesi zamana ilişkin olan müzelerinse pek zengin olduğundan sözedilemez. Eh yine de, bu kentte, en azından tadılmaya değecek bir kaç yerel mamül bira üretiliyor.
Bu arada hemen her yerde olduğu gibi “meçhul Türk’ün izi”ne burada da rastlıyoruz. Kaldığımız konaktan bozma hotelin yaşlıca sahibesi,kocasının bir Türk olduğunu söylüyor. Ben de Araplarla karıştırabileceğini söylüyorum, o ise onun Türkiye doğumlu olduğunda ısrar ediyor.
Soramasam da yüzünden anlaşıldığı üzere, bir biçimde terkedip gitmiş, ya öte dünyaya  ya da başka diyarlara. Bu arada yakın zamanda rahmetli olan meşhur Türk büyüğümüz Ord. Prof. Reha Oğuz Türkkan aklıma geldi. Rahmetlinin gene de gözü arkada kalmasın,her ne kadar rastladığımız yerlilerin Türk olmak gibi bir iddiası olmasa da, çok sonraları gelen “hakiki Türkler” buralarda epey iz bırakmış.
Neyse burada bir gece kaldıktan sonra diğer bir eyalet başkenti olan Cordoba’ya doğru yollanıyoruz. Buenos Aires-Cordoba arasında uzanan, yani kuzey batı istikametindeki 715 kilometrelik yolun tamamı yeşillikler içerisindeki, dümdüz bir araziden geçiyor. Dağlar ancak Cordoba’nın kuzeyinde başlıyor. Burası Patagonya’dan faklı olarak, uçsuz bucaksız ekili alanlarla kaplı. Tabi işin kaymağını yiyen kesimler, bu günün büyük toprak sahibi derebeyleri. Bu yüzden mesela, tek tip üretime ve ihracata dayalı bir tarım anlayışı,burada yaşayan insanları, sebze meyve bulamazsanız, et yiyin vaziyetine mahkum ediyor. Size oradan bu çok cazip geliyor olabilir, gene de beddua etmemeyeyim, Allah hiç birinizi etle tıka basa doyurarak terbiye etmesin.
Cordoba’nın temel özelliği, şehrin eski ve modern mimarinin bir karışımından terkib olması. Bir tarafta kolonyal mimarinin degişik örnekleri, bir yanda da yeni yapılmış şatoları andıran apartmanlar şehri süslüyor. Bu kiliselerden biri(Parroquia Sagrado Corazon de Jesús de los Capuchinos) kabartmalarıyla ilginçti. Kilisenin kapı girişinin iki tarafında da beş-on tane kilise babası tüm haşmetleriyle, sıralanmış bir biçimde ayakta dururken, onları taşıyan üçer tane kılıksız ve dişleri dökülmüş şahıs bulunuyordu. Ne dersiniz belki de gerçeği resmetmişlerdir...
Bizim burada görmek istedigimiz yerlerin başında, Museo de la Memoria geliyordu. Malesef yaz tatili nedeniyle kapalıydı. Ama müzenin girişi aslında derdini yeterince anlatıyordu. Bu müzenin olduğu yer, (etraf nedense kiliselerle çevrili, işkenceciler ilhammı alıyordu acaba?) 1969’dan başlayarak darbecilerin işkence merkezi olarak kullanılmış. Bu gün darbecilerin “kaybettikleri”insanların anısına, giriş duvarı onların adlarıyla doldurulmuş. Bir gün umarım bizim ülkemizde de bu unutulmaması gereken tarihi gerçekleri,sürekli anımsatacak müzelerimiz olur. Bu müzeye ilaveten gene şehrin dışında  1976’da yapılan darbede kullanılan, bir toplama kampı mevcut. Burası da,müzeye dönüştürülmüş. Bunların dışında çeşitli sanat kolleksiyonlarının barındığı müzeler de var.
Cordobalılar kentlerini Latin Amerikanın entellektüel merkezi olarak görüyorlar. Arjantinlilere fazlasıyla hakim olan kendini beğenmişlik hususunun burası için daha bir ön planda olduğundan söz edilebilir.
Bir de burada görmek istediğimiz yerlerden biri, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Peron’un inayetiyle buralara göç eden, Nazilerin torunlarının çiftlikleriydi.
Bu gün o torunlar, Cordoba’ya yüz küsur kilometre uzakta dağlık bir bölgede ekolojik tarım yapıyorlarmış. Ama yolun uzunluğu ve oralarda kalacak yerin olmaması bize bu seyahatte engel oldu. Kısmet başka bahara. Bu arada gözüme çarpan şey, Arap nüfusun belli bir yoğunluğu olduğuydu. Sanırım daha çok getto tarzı bir yaşam sürüyorlar.
Kültürlerini burada çeşitli biçimlerde yaşatmaya çalışıyorlar. Bir İslam çalışmaları merkezleri de mevcut. Ayrıca Utah’ta ikamet eden malum mevlananın tilmizlerinin de, Araplara pek yüz vermeseler de, buralarda cirit attığı malumatlarımız arasında yeraldı. Tabi mesele onların “hizmet aşkıyla” buralarda neden çirağ olduğu değildir. Sorun çok daha fazla azimle, bizim neden gayret göstermediğimizdir...
Yüzeyselde olsa politik hale dair izlenimlerime gelince,duvarlar sol grupların sloganlarıyla dolu. Bunu yanı sıra tek tük de olsa bu sloganların üstüne, nazi gamalı haçı çizenler de olmuş. Cordoba’lıların geçmişinde isyancı sol gelenekler mevcut, bu günse sanırım ülkenin kalanından çok farklı değil. Duvarlarda ki sloganlarda çeşitli biçimlerde polis topa tutuluyor. Buradaki polislerin hali çok dikkat çekici. Yazın bunaltıcı sıcağında, her halinden hiçte rahat olmadığı belli olan bir üniformanında üstünde, birer çelik yelek taşıyorlar. Çekilmez bir hayat olsa gerek.
Geçenlerde Türkiye’den bir arkadaş “orada kadınların hali nasıl?”diye soruyordu. Sanırım duvarda gördüğüm bir slogan durumlarını özetliyor: Ne faşoluk,ne maçoluk...
Sağlıcakla kalın....