Muharrem İnce boylu poslu bir adam, meclis kürsüsüne yakışıyor. O gürledikçe CHP sıralarından alkışlar geliyor...

Muharrem İnce boylu poslu bir adam, meclis kürsüsüne yakışıyor. O gürledikçe CHP sıralarından alkışlar geliyor. Muharrem İnce biraz heyecandan, biraz da onanmanın zirve deneyiminden olacak, keyifli yüz ifadesini saklamaya çalışan bir pokerci gibi kaşlarını çatıyor.

Görüntüleri izleyen CHP’li bir kadın “İşte” diyor. “CHP’nin kurtuluşu bu adamda. İnşallah ilk kurultayda genel başkanımız olur.” CHP’li kadına göre, partisinin ihtiyacı tam olarak bu. Hatip imam olacak, millet secde duracak.

Olur mu olur, peki olursa ne olur? Her imamdan hatip olur da, her hatipten imam olur mu? Hazır “oluru” bol cümleler kurmaya başlamışken, bir bardak su alalım, hararetimiz kesilsin. Hanım bana su getirsene.

Bardağın bir tarafından bakınca, Muharrem İnce sert konuşuyor, hızlı konuşuyor, vurgulu konuşuyor. AKP’nin ipliğini pazara çıkartıyor. Yoksulluktan, yolsuzluktan, solsuzluktan bahsediyor. Konu “teröristbaşı”na gelince MHP’nin bile gönül telini titretiyor. Lafı alıyor, topluyor, taş yapıp AKP’lilere atıyor.

İşte tam bu esnada Selim Türkhan kravatını çıkartmadığını fark ediyor. Hiç sevmez kravatı, bir düğünlerde takar, bir bayramlarda, bir de bu akşam olduğu gibi veli toplantılarında.

Selim Türkhan’ın kızı Seliş ve oğlu Selo, devlet lisesinde öğrenciler. Kız son sınıfta, oğlan daha yeni başladı. Selo’nun suratı bir karış “Ya baba, bununla Facebook’a bile giremiyorum, ne biçim bilgisayar bu?” diyor. Seliş kardeşine kızıyor: “Öf sana yaranmak da imkansız. Okulda beleşten i-pad vermişler hala konuşuyorsun, biz kitapla okuduk ortaçağdaki gibi”

Çocuklar bunun i-pad olup olmadığını tartışırken, Selim Türkhan yatak odasına gidip kravatını çıkartıyor. Bir daha kim bilir ne zaman takacak? Zaten bundan sonra veli toplantısı da olmayacakmış, velilere bilgisayar kodları vereceklermiş. “Şimdi bunu anlamak için de kafa patlatmak gerekecek” diye hayıflanıyor. Sonra Seliş’in söylediği söz aklına gelip gülümsüyor: “Sana yaranmak imkansız.”

Eşi Selime Hanım ayıklayacağı barbunyaları plastik bir kapla salona getiriyor. Bugün Fatmagül mü var, Hürrem mi? Kanapenin başına otururken, yapacağı bir şeyi unutmuş insanlar gibi bir an duruyor ve kısa bir süre anlamsızca sağa sola bakıyor.

Selim Türkhan yatak odasından salona geliyor. Tekli koltuğa kuruluyor. Bir süre televizyondaki reklamları izliyor. Sonra zigonun üstündeki bilgisayarını alıyor ve dizlerinin üstüne koyup açıyor.

Selime Hanım, “Şunu dizlerinin üstüne koyma, kanser olacaksın” diye mırıldanıyor. Selim Türkhan duymamazlıktan geliyor. Seliş “Öf be anne, elindeki barbunyanın hormonu bile kanser zaten,” diyor. Selo “Esas cep telefonu kanser makinesi,” diye ekliyor.

Selim Türkhan şirket merkezinden gelen bayi gezileri mailini heyecanla açıyor. Bayiliğini yaptığı Kayseri merkezli şirket satış ağını motive etmek için her yıl böyle geziler tertipler. Seçenekler bu yıl da değişmemiş: Ukrayna, Romanya, Kıbrıs, Umre... Selim Türkhan içinden “Ulan bu yıl da Umre’den yırtacak bir yalan buldum mu yaşadım” diyor. Geçen yıl Selime Hanım, “Neden sen her yıl Ukrayna’ya gidiyorsun? Hastalık kapacaksın oralarda” diye başının etini yemişti. “Bu keratalar nasıl da biliyor işi” diyor içinden, “Ermenilerden öğrenmişler tabi ticareti. Tarikatçılara ve kumarbazlara birer seçenek, bize iki seçenek.”

Selim Türkhan bilgisayarına sırıta sırıta bakarken Selime Hanım çocukları onaylıyor: “Valla siz de haklısınız. İçtiğimiz su bile kanser...”

Su? Selime Hanım ve Selim Türkhan aynı anda kafalarını kaldırıyorlar. Selime Hanım aklına takılan şeyi bulmanın rahatlığıyla “Aaa sen su istemiştin değil mi?” diyor. Sonra kucağındaki barbunya yığınını göstererek “Ben kalkamam şimdi. Zaten yatak odasından gelmedin mi? Geçerken içseydin ya” diyor.

Selim Türkhan kızına bakıyor. “Seliş, hadi kızım getir bana bir bardak su”. Seliş oralı olmuyor: “Bana ne ya, niye hep ben getiriyorum? Kız olduğum için mi? Selo getirsin.” Selo ve Seliş bir ağız dalaşına girişiyorlar.

Selim Türkhan bilgisayarı zigona koyup söylene söylene mutfağa gidiyor. Su pompasından bir bardak su dolduruyor. Suyu içerken aklına plastik şişelerdeki kanserojen geliyor. Bardağın yarısında duruyor. Sonra aklına bu haberleri çıkartan Haber Türk’ün cam şişe işine girdiği geliyor ve gülerek “Keratalar” diyor. Ne zaman birini takdir etse “Kerata”der, çocukluğundan beri böyledir bu.

Elinde yarısı dolu bardakla koltuğuna dönüyor. Yanından geçerken Selime Hanım kafasını kaldırmadan “Eee ne anlattılar veli toplantısında?” diye soruyor.

“Valla hiç işte,” diyor Selim Türkhan, koltuğa oturur, bilgisayarı yine dizinin üstüne koyarken. “Okul kantinlerinde gazoz yasaklanmış. Bize bir kart vereceklermiş, oraya para yükleyeceğiz akbil gibi ve çocuklar kantinden ne aldı hepsini görebileceğiz. Bizim istemediğimiz şeyleri alamayacaklar. Sadece ayran, şıra filan olacakmış kantinde. Bu kantinciler eski otopark mafyaları, Ergenekon gibi bir şey ama Milli Eğitim Bakanı aman vermeyecekmiş onlara artık. Bunu söylediler. Reklam yaptılar yani. Bir de para istediler az bir şey.”

Selime Hanım “Aferin valla, helal olsun. Kırsınlar kantinlerin belini” diyor.

Muharrem İnce gürlerken boğazı kuruyor. Eli kürsüdeki bardağa gidiyor.

Selo, “Baba meğer Ak Partililer ayran işine girmiş de ondan yapıyorlarmış bunu, ne dersin?” diyor gülerek.

Selim Türkhan ekrandaki “Ukrayna: Kültür ve tarihe beyaz bir yolculuk” cümlesinin yanındaki kutuyu işaretliyor. Bardağı dudaklarına götürürken, Selo’ya yanıt verir gibi: “Keratalar” diyor.

Nereye kayboldu bu bardak? Muharrem İnce kürsüdeki bardağı bulamıyor. Bir an duruyor ve kısa bir süre anlamsızca sağa sola bakıyor.