Bu haftanın en önemli konusunun Suriye olacağını düşünürken hiç aklımıza gelmeyen bir vahim durumla karşı karşıya kaldık...

Bu haftanın en önemli konusunun Suriye olacağını düşünürken hiç aklımıza gelmeyen bir vahim durumla karşı karşıya kaldık. Hoş burası Türkiye!
 
***
12 Haziran sonrası oluşan Meclis, bizim için son derece önem taşıyor. Çünkü tüm siyasi partiler "yeni anayasa" yapacakları sözünü vermişti. "Siyaset yapma biçimi ve devletin yeniden yapılandırılması" demokrasi ve özgürlükler için çok önemli.
Biliyoruz ki; hukukun üstünlüğüne inanılan bir ülkede “temel haklara dayalı, özgür ve örgütlü bireyin hak ettiği yaşam standartının kalitesi, ”anayasanın ruhuyla yakından ilişkili.
Değişen dünyaya ulaşmak, geri kalmışlıktan kurtulmak, sömürüye son vermek, adil paylaşımı sağlamak adına beklentiler yüksek. On gündür yaşanılan siyasi gelişmelere bakılırsa, yine mi hayal kırıklığı yaşacağız? sorusunu akla getiriyor. Ne kadar üzücü bir durum!..
 
***
Ana Muhalefet Partisi CHP’nin içindeki “çatışma” endişeli günlerin habercisi oluyor. Dün ülkede çalkantı yaratan haberler ise gelecekle ilgili son kalan iyimserliğimizi kaybettiriyor!
 
*** .
Hala genel seçimin ”sonuçları ve kesinleşmiş parlamento listesi” açıklanamadı. Seçilmiş 550 milletvekilinin il seçim kurulları tarafından mazbataları verilmiş olmasına ve TBMM'de yemin töreni günü yasalarca belirlenmiş bulunmasına rağmen hala YSK “listeyi” yayınlamıyor. Bu çok manidar bir durum. Galiba son yıllarda ilk kez seçim sonrası bu kadar uzun ve çalkantılı bir süreç yaşanıyor!..
 
***
Beklemenin nedeni yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Toplumun pek lehine olmayan gelişmeler yaşanıyor. Salı gecesi geç vakit YSK “pimi çekilmiş bombayı” Türkiye’nin üzerine attı. BDP destekli bağımsız Diyarbakır Milletvekili seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliği YSK tarafından düşürüldü. Diğer hak kazanan tutuklu milletvekillerinin durumu ne olacak? O henüz belli değil!
İlgili mahkemeler karar verecek. Dicle’nin durumu onlar için de bir “örnek” teşkil eder mi? Göreceğiz!.. Savcıların ilk takındığı tavırlara bakılırsa “tutuklu” durumda olan diğer milletvekilleri için de “tehlike çanları” çalıyor!..
 
***
Türkiye gerçekten şanssız bir ülke. Şanssızlığı, reva görülen “sömürü” düzeninden kaynaklanıyor. İnsan ve zamana değer vermeyen bir anlayış hep ön planda. Emeği ve yaratılan tüm kaynakları bir avuç çıkarcı için kullanan düzen mutlak iktidarını sürmek istiyor. O nedenle halkın taleplerini değil, kendi geleceğini düşünüyor. Bu ülkede en fazla Kürtler sömürülmektedir. Bu güne kadar aç, işsiz ve kimliksiz Kürtler bırakılmıştır! Yaratılan düzende Kürtlerin hak ve özgürlüklerini savunacak kimseleri yoktur. O nedenle Meclis'te siyasetle sorunlarını çözmek, yurttaş olarak eşit haklardan ve adil paylaşımdan yaralanmak için kendi vekillerini seçmek istiyorlar. Bu doğal ve temel hakları. Kendini ifade etmekten korkmayan bir toplum olmak için güvendikleri vekillere sahip olmak arzusundalar. Seçim döneminde uygarca mücadele ettiler ve başardılar. Şimdi kazandıkları ve güvendikleri insanları kaybetmek istemiyorlar. Eşit yurttaş olarak tercihlerine “saygı duyulmasını” bekliyorlar.
 
***
Mücadele ettiler, kazandılar!  Ve şuna inanıyorlar: Parlamentoda onları gerçekten savunan insanlar oldukça bu düzen böyle yürümeyecek. O nedenle yıllardır süren “kirli savaşın” devam etmesini istemiyorlar. "Kan akmasın!" diyorlar.
 
***
Ama görülen o ki; Kürt sorununu çözmek, demokrasinin önündeki engelleri kaldırmak, hak ve özgürlükleri genişletmek Türkiye’yi çağdaş toplumlar düzeyine taşımak adına bir umut olan bu seçim farklı yönlere çekiştiriliyor. Zorla da olsa “gücünün” kaybolmasını istemeyenler var.
 
***
Bu düzenin kendini koruma ve iktidarını devam ettirme hedefinden vazgeçmeyeceği bilinen bir gerçek. Sivil iradenin önünde duranların yer değiştirmesi zaman alacak. Çünkü şimdi yeni bir çatışma ortamı hazırlanıyor. Hatip Dicle üzerinden “Milli irade ile hukukun üstünlüğü” karşı karşıya bırakılmaya çalışılıyor.
 
***
Aslında baştan kestirip atmamak lazım. Durum iki yönlü tartışmalı. Yani peşinen aldığı bu karar nedeniyle YSK’yı, “derin devlete” bağlama yanlışlığından uzak durmalıyız. Ama bir anlayışa da dikkat çekmeliyiz. Yargıç ve savcıların “Devlete karşı işlenen suçlarda devletten yana olan alışkanlığını” ortaya koymalıyız. YSK’nın aldığı kararı bu gözle yorumlamalıyız. YSK anlayışına uygun olarak yasaların emrettiğini katı bir şekilde uyguluyor. Bireyin haklarını değil, devletin gücünü korumaya devam ediyor. Niye “hukuka uygun davranıyorsun” diyemeyiz! Ama niye olayları bu kadar “çözümsüz” bırakıyorsunuz!” diyebiliriz!
 
***
Gerçek hukuk devletini oluşturmak istiyorsak TBMM, başta anayasa olmak üzere bugün özgürlükleri engelleyen, demokrasiye ve haklara aykırı olan yasaları ve onların kısıtlayıcı maddelerini kaldırmak zorundadır. Geç bile kalındı. 9 yıldır AKP iktidarı bu düzenlemeleri yapabilirdi. Demokrasi adına aksaklıkları giderebilirdi. Başbakan Erdoğan haklarını anayasa değişikliğiyle elde etmedi mi? O yasal düzenlemelerin devamı gelebilirdi!
 
***
Bugünkü durum öncelikle, “halkın tercihlerinin belirlenmesi” ve demokratik hakların tam oluşması adına değerlendirilmeli. Halkın önüne sandık kondu. Her parti ne yapmak istediğini anlattı. Halk bir tercih yaptı. Hatip Dicle ve KCK tutuklularının kendilerini temsil etmesini istedi.
 
***
Zaten “Kürt sorununu” çözmek isteyen herkesin, günümüzde ortak olduğu bir düşünce var. KCK Davası baştan beri hukuki değil, siyasi bir dava olarak görülüyor. Toplumsal barışın önünde engel olan anayasa ve yasalardaki tek kimliği koruyan, ülkedeki sosyolojik ve de siyasi gelişmelere uymayan, toplumsal beklentilerin çok gerisinde ve kültürel gelişmenin önünde duvar olan bu anayasa ve yasalar nedeniyle KCK davası açıldı.
 
***
Hatip Dicle’nin milletvekili adaylığındaki serüveni, YSK kararları, sonraki gelişmeler, demokrasi yoksunluğu ve kimliklerin yok sayıldığı gerçeği, tarihe ibret verici örnek olarak geçecek.
 
***
Her ne kadar YSK 1987, 1995 ve 1999 seçimleri sonrasında milletvekilliklerini düşürme kararları alındığını açıklıyorsa da, o kararlarla bu kararın siyasi ve toplumsal faklılıkları var. Kararlarda “değişen ve gelişen Türkiye’ye uygunluk söz konusu olmalı. Hukukun “dışına çıkın!” diyemeyiz. Hoş çıkıldığını biliyoruz! Yine de yargıya güvenimizin sonsuz olduğunu söylemeliyiz! Ancak hukuk, kamu vicdanında adaleti oluşturuyorsa “meşruiyet kazanır!”