“Tarihin sonu” dendiğinde pek çok kişinin aklına herhalde Francis Fukuyama’nın 1992 yılında yayınlanan “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı kitabı gelecektir...

“Tarihin sonu” dendiğinde pek çok kişinin aklına herhalde Francis Fukuyama’nın 1992 yılında yayınlanan “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı kitabı gelecektir. 1989 yılında yazdığı bir makaleyi genişletip bu adla 1992 yılında yayınlayan Fukuyama’nın dünya ve tarih değerlendirmesinin özü basitti: İnsanlık tarihine damgasını vuran ideolojiler savaşı artık liberalizmin ve demokrasinin (liberal demokrasinin) kesin zaferiyle sonuçlanmıştı ve tarihe burada bir nokta koymak gerekiyordu.

Fukuyama tarihi böyle sonlandırıyordu, ama 1992 yılında kurguladığı olasılıklar arasında, “bürokratik-otoriter” bir kapitalizmin sahne alıp “liberal demokratik” kapitalizme baskın çıkması da yer alıyordu…

***
“Tarihin sonunun” ilan edilmesinin üzerinden yaklaşık 30 yıl geçti. Kapitalizmin dünya üzerinde rakipsiz-dizginsiz at oynattığı bu 30 yılın kendi içinde belirli dönemlere ayrıldığını ve son dönemin yeni bir şekillenmeye işaret ettiğini söylemek mümkün görünüyor.

Kısaca özetlersek, 1989-91 dönemecini izleyen ilk on yıl “canım cicim” yıllarıdır. Öyle ki, sanki eski sosyalist ülkelerin devrilen yöneticileri dışında herkes, ama herkes halinden pek memnundur. Bu ülkelerin (eski sosyalist ülkeler) halkları uzun yıllar yoksun bırakıldıkları dünya nimetlerinden artık yararlanabileceklerdi. Soğuk savaş sonrasında silahlanma harcamalarının kısılmasıyla ortaya çıkan kaynaklar üçüncü dünyanın en yoksul hakları için seferber edilebilecekti. Clinton-Blair ikilisine yazılan “üçüncü yol” (Giddens) kuşkusuz kapitalizmin kimi sivriliklerini de törpüleyecekti.  “Küreselleşme” insanlığa hoşgörü, birbirini tanıma, anlama, farklı olana saygı gibi faziletler kazandıracaktı. Ve elbette bizdekiler dahil sosyalistler de gözbağlarından ve gereksiz yükümlülüklerden kurtulmuş olarak yepyeni bir sosyalizm tanımı yapacaklardı…

“Tarihin sonu” denemese bile herhalde “eğlenceli” bir dönemi olurdu.

Bu canım cicim yılları 2000’lerin başında sona ermiştir. 11 Eylül saldırıları ve Irak savaşı ile birlikte bu kez “belirsizlikler” dönemi açılmıştır. Bu dönemi “belirsiz” kılan olgulardan biri, Brzezinski’nin tanımıyla “Süveyş kanalından Çin’in Sincan bölgesine, Kuzey Kazakistan’dan Umman Denizi’ne uzanan bugünün Küresel Balkanları’dır” (bkz. İkinci Şans, İnkılâp Yayınları, s.160). ABD ve AB bir yana, Rusya, Çin ve Hindistan’ı da doğrudan ilgilendiren; İsrail-Filistin sorunu gibi “baş ağrılarını”, İran gibi “çıbanbaşlarını” ve Türkiye gibi “iddialı misyon sahiplerini” barındıran bu coğrafyanın nihai olarak nasıl “bağlanacağı” bugün de belirsizliğini sürdürmektedir.

Bu durumda “üçüncü” dönem nedir, ne zaman başlamıştır, özellikleri nelerdir?

***
Sürüp giden belirsizliklere karşın, bu yeni dönemi bir öncekine göre daha “belirli” kılan kimi yönelimler ve işaretlerden söz etmek mümkündür. Başka bir deyişle, henüz fazla netlik kazanmamış olsa bile, şekillenmeye başlayan bir “kalın çizgiye” işaret edebiliriz.

Bir kere, liberal ekonomi-liberal demokrasi (siyasal liberalizm) eşleştirmesi, entelektüel kesimlerdeki çekiciliğini yitirdiği gibi, kapitalist ülkelerin pratiklerinde de giderek eksilmektedir. Daha açık söylersek, bugün asıl ağırlık kazanan, Fukuyama’nın “bürokratik-otoriter kapitalizm” alternatifidir. Kapitalist dünyadaki otoriterlik eğilimleri artık “terörizm tehdidi” gerekçesine sığınmayacak kadar açıktandır. Önemli bir ek: Bugün Türkiye, şekillenmeye başlayan bu kalın çizginin önde gelen temsilcileri arasında yer almaktadır.   

İkincisi, başta “Küresel Balkanlar” olmak üzere “belirsizliklerin” sürdüğü coğrafyalarda bile emperyalist odaklar tarafında en azından bir eğilim giderek kristalize olmaya başlamıştır: Geri çekil, içerdeki “halk hareketlerini” kendine devşir, kontrol için “bölgesel güç” hevesinde ve iddiasında olanları kontrollü biçimde kullan, yeri geldiğinde de var olduğunu silahlı müdahalelerinle göster…

Özetle, “kalıcı denge” aranışlarının kaçınılmaz belirsizlikleri, yerini, gene belirsizlikler içerse bile en azından tanımlanabilir bir “yaratıcı istikrarsızlık” hattına bırakmıştır.

Hepsinin birden adı, daha otoriter rejimler, daha “embedded” aktörler, daha fazla dış manipülasyon ve (yeri geldiğinde) daha çok müdahale ve bölgesel savaştır.

***
Belki de, “üçüncü dönemin” bir başka özelliğinden daha söz edilebilir.

Şu sözler, geçenlerde “En Azgelişmiş Ülkeler Konferansı” için İstanbul’a gelen Uluslararası Çalışma Örgütü  (ILO) Genel Direktörü Juan Somavia’ya aittir: “Ben Latin Amerikalıyım. Biz 1980’lerde IMF’nin öne sürdüğü koşullara alışıktık, çok sert koşullardı bunlar. Ama bir Avrupa ülkesinin başka bir Avrupa ülkesine bu koşulları öne sürebileceğini düşünemezdim bile. Bu çok yeni. Bu yüzden yeni bir sosyal adalet çağı hakkında düşünmemiz gerekir diyorum.” (bkz. Özgür Ulusoy’un mülakatı, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2011).

Bir Avrupa ülkesinin başka bir Avrupa ülkesine sert IMF koşulları dayatabildiği bir dünyada ve dönemde, Somavia’nın “sosyal adalet” ve “sosyal devletin geri gelişi” beklentilerine büyük bir ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. Günümüzün “en belirgin” eğilimlerinden biri, kapitalizmin bugün geldiği noktadan, yani ekonomide tam boy liberallikten istese de geri dönemeyeceğidir. Örneğin, Yunanistan’a sahiden “sosyal devlet” mi gelecek, yoksa bu ülke Steve Forbes’in deyimiyle “sahte kapitalizme” son verip ekonomisini “devlet kontrolünden kurtarmaya” mı zorlanacak?

O zaman, elde var serbest piyasa, otoriter kapitalizm, içerden süreklileştirilen dış kontrol, yerine ve zamanına göre müdahaleler ve savaşlar…

Bir on yıl daha böyle gidecek görünüyor; ondan sonra yeni bir dönem mi gelir, kimi çizgiler daha mı belirginleşir, orası ayrı.

Her şeye karşın Fukuyama’ya bir yerde hak vermek gerekir: Eğer bütün bu hengâmede giderek belirginlik kazanan hattın karşısına “küreselleşme karşıtı yeni toplumsal hareketler” dışında başka bir direnç hattı çıkarılamazsa, “tarihin sonundan” söz edenlere o kadar da kızmamak gerekir…