Savaşın ağız kokusunu çekiyoruz yıllardır.

Savaşın ağız kokusunu çekiyoruz yıllardır. Resmi ezberi bozan her şeye ve herkese bu ağız kokusu ile saldırıyoruz. Hayatlarımızın ezberini bozanlara dair bir anda avcı konumuna geçişimiz ve pundunu bulduğumuzda yere indirmek için pozisyon alışımız, faşizmin ruhlarımıza aşıladığı bir refleksi olsa gerek.

Gerçeğin içinden verilen örnekler bile acıtmıyor bizi. Nasır tutmuş vicdanlarımızı hiçbir söz, hiçbir kelime ve dahi hiçbir dil yumuşatamıyor. Tüm ülke ağırlaştırılmış savaş müebbedi ile cezalandırılmış sanki.

Savaşın küreklerine asılmış siyasetçiler, hepimizi yok pahasına sürüklüyorlar ve bütün savaşların yalanlar üzerine kurulduğunu bile bile biz de kutsuyoruz onları. Kaybedenin hiçbir zaman kendimiz olmayacağını düşünmek ve kayıplarını toprağa verenlere uzaklardan selamet dilemek, savaşa afiyetlenmekten başka bir şey değil. Bölünmez bütünlük üzerine dertlenmiş vatandaşların, misak-i milli ruhu ile bir başkası için ölümlü cümleler kurmasını değiştiremediğimiz sürece kanın akmasını da engelleyemeyeceğiz.

Bir halk evlatlarının ölülerini dağların tepelerinden çeke çeke topluyor. Anneler paramparça edilmiş evlatlarını tanıyabilmek, koklayabilmek, son kez olsun yüzlerini öpebilmek için bir bedenden geriye kalan parçalara sarılıyor.

Ateşin sadece asker analarının yüreğini yaktığını sanarak, ötekileştirilen Kürt analarının “bilinmeyen bir dil”de ağıtlar yakmasına terör mimiği ile sırtını dönenler, günahın en büyüğünü işliyorlar ama sevap zannediyorlar devleti sıvazlamayı. Oysa “Allah devletimize ziyan vermesin” babında bir dilenme ile yüceltirken bu cinneti, çaldırıyor ekmeğini, emeğini… 

Acıları bile fişlenmiş bir halk var karşımızda.

Sırrı Süreyya Önder, Siyaset Meydanı programında tüm bunları büyük bir sabırla anlatıp, sorulara açık ve yürekten cevaplar vererek vicdanlara ulaşmaya çalışıyordu. Barışın dilini bu kadar içten kullanan başka birisi olduğunu düşünmüyorum. Tüm anlattıklarının resmi ezberlere takılarak tekrar ona geri dönmesine bile tebessüm ederek cevap vermesi gerçekten barışa inanmışlığı gerektirir. Hayatın içinden en çarpıcı örnekleri, en içten duygularla belki daha kolay anlatabilirim diyerek sunmaya çalıştı ama cümleleri, vurdumduymazlık ve anlayışsızlık duvarında defalarca asılı kaldı.

Derinlerde duran derdi anlatmak çok zordur. Hepimiz yüzeyde yaşamayı tercih ediyoruz. Kimse derinde olanı çıkarmak ve onunla yüzleşmek istemiyor. Yüzeyde yaşamak, bilindik kelimelerden iri cümleler kurmaktan ibaret. Oysa derinlerde hepimiz birbirimize benziyoruz. Herkes kendi derinliğinde kendisi olur. Daha çok insan oluruz oralarda.

Sırrı Süreyya’nın gözleri dolarak anlattığı bir yaşam öyküsüne propaganda diyerek mimleyen, Gobbels’e gönderme yaparak karşılayan, sözün altında bir hinlik arayan o paranoya ne kadar da güçlüymüş meğer.

Bu kadar doldurulmuş hezeyanlarla nasıl yaşayabilir insan. Bu kadar nefret ve öfkeyle nasıl normal olabiliriz ki?

Birbirimizi sevme nedenlerimizi azalttıkça savaşın ve akan kanın bir parçası oluyoruz.

Savaşa bahane ürettiğimiz kadar barış için bahane üretseydik bugün bambaşka bir noktada olurduk.

Kendi içimizde arınamadığımız sürece de bunu yapamayacağız.  Savaşın kirlettiği bilinçlerimizi temizlemedikçe dünyayı algılamamız hiç değişmeyecek.

Bir 30 yıl sonra da aynı şeyleri aynı cümlelerle ve aynı sığlıkla tekrar etmemek için vicdanımızla düşünme zamanı gelmedi mi artık?

Bu kadar yalın anlatımına rağmen, Sırrı Süreyya Önder’i anlamak çok mu zor gerçekten?

O da mı bilinmeyen bir dilde konuşuyor yoksa?