Başkan Erdoğan’ın “Geçmişte azınlıklara faşizan yaklaşımlarda bulundu” şeklindeki sözleri üzerine kimi köşe yazarlarının ayaklarına...

Başkan Erdoğan’ın “Geçmişte azınlıklara faşizan yaklaşımlarda bulundu” şeklindeki sözleri üzerine kimi köşe yazarlarının ayaklarına bağlı taşlara rağmen ‘kımıldamaları’ şaşkınlıkla karşılandı.
Farklı cephelerden okurlar, Ertuğrul Özkök hele Bekir Coşkun gibi arzuhalcilerinin ‘yiğidin’ hakkını vermesini de Yeni Şafak’larının AKP’den doğacağına iman etmiş yazarlarının bu kez ‘yiğidin’ canına kastedercesine kazan kaldırmalarını da benzer tepkilerle kınadılar.
“Bir ihtimal daha var” deyip başbakanın bu –yine- beklenmedik çıkışına temkinli yaklaşanların söylemleriyse,  algıları kemik sesine duyarlı okurlardan “anlaşıldı o da ölmekmiş” dışında bir tepki alamadı.
İşte bu yazıda anlatılacak kendilerinden ‘devrime ateş’ bile beklenen o yazarların hikayesidir sevgili okurlar.  Okuyacaklarınız, yaşamı anlama ve dönüştürme iddiasında olan kimi solcuların, demokratların bu olay karşısında da gözüne ışık tutulmuş tavşan misali afallayıp kalmaları ya da karnından konuşmalarının dramıdır.
Biliyorum, “Tam da sınıf savaşı keskinleşmişken yine mi bize lolo” diyenleriniz var aranızda. Ama yazılarımdan biliyorsunuz, benim açımdan, dünyayı katı ve indirgemeci pozitivist yaklaşımlarıyla yorumlayan optik okuyucuların, yani ulusalcıların bu olay karşısında da döneklik edebiyatına sarılmalarında anlaşılmaz bir yan yok. Tıpkı çakma demokratlıklarının bırakın mezara kadar olmayı, dünle birlikte (mesela 6-7 Eylül’le mesela 1915’le) yitip gittiğinden şüphe bile duymadığım kimi İslamcı arkadaşların ‘Türkiye’nin karizmasını çizdiriyorsunuz’ türünden tepkileri üzerine yorum yapmayı gereksiz bulmam gibi. Şimdi doğru oturalım doğru da konuşalım. Tarihte devlet eliyle işlenmiş katliamların anıldığı önemli gün hafta eylemlerimizde, taleplerimizin bir ayağını da sorumluların hesap vermesinin önünü açacağı için söz konusu ‘gerçekliklerin’ resmen tanınması oluşturmuyor mu(ydu)?
Şimdi ortada, bu ülkenin demokratlarının, solcularının kısacası insan hakları mücadelesini önemseyen herkesin türlü çeşitli bedeller ödemeyi göze alarak dillendirdiği bir gerçeğin, resmi bir ağızdan üstelik de başbakan tarafından teyit edilmesi gibi olumlu bir gelişme var.
Peki, bu noktada yapılması gereken nedir sizce?
Türk filmlerinin o unutulmaz diyalogunda olduğu gibi, duymak istediğimizi (tabii ki bildiğimizi de)üç kez yinelemesine rağmen “Yalan! Yalan söylüyorsun” deyip,  doğru söyleyeni tokatlamaya çalışmak, melankolikleşmek ve ortamı terk etmek mi? Yoksa milli görüşçü ailesinin tepkisine ve milliyetçi akrabalarından uzaklaşmak pahasına bizimle ve söylemimizle yakınlaşan kişiye, daha güzel bir gelecek için, en azından doğacak boy boy çocuklarımızın geleceği için cesaret vermek mi?
Tamam, kör değilim elbette, ben de görüyorum karşımızdakinin ne kadar tutarsız olduğunu. Daha dün kendisini meşhur edecek taliplerini etkilemek için gözümüzün içine baka baka ‘Ya sev ya Terk et’ dediğini.
Ama ne olursa olsun nikah memurunun önünde deklere etti bir kere. Onca şahit de cabası. Bize düşen, resmi tarihe en yetkili ağızca düşülen bu şerhi basamak yapmak. Bu kabulü somut kazanımlara dönüştürmek için sahiplenmek ve sık sık hatırlatmak.
 “Sosyalist olmadıkça ağzıyla kuş tutanı muhatap kabul etmeyiz” diyorsanız bilemeyeceğim. Ama benim demokratik mücadeleden anladığım, politik niteliği ne olursa olsun siyasal iktidarların, gerek kamuoyu baskısıyla gerekse uluslararası konjonktürün dayatmasıyla attığı ileri adımların önemsenmesi en azından reddedilmemesi. Zaten demokratik bir düzeni kuracak ve yaşatacak bireyler de onların yan yana geleceği örgütlülükler de ancak bu tarz kazanımlardan ilmik ilmik dokunacak bir atmosferde var olabilirler.
Sivil toplumun kazanımları karşısında anlaşılmaz bir inkarcı tavır takınmamıza neden olan siyasi körlüğümüzü “Sırf çelişkiler keskinleşsin, kendim için bir şey istiyorsam namerdim” diyerek gizlemeye çalışmamızı kimse yemiyor artık. Bu hepimiz için hayat memat meselesi; kuru inadınıza kurban edilecek bir mevzu değil.
Olumlu söylemleri karşı taraftan geldiği için ‘ileri bir adım’ olarak kabul etmeyi hazmediyorsak bile, işe, bu adımı muktedirlere demokratlarca attırılan ‘geri bir adım’ şeklinde okuyarak da başlayabiliriz. Yeter ki kârdan da olsa zararın zarar olduğunu bir anlayalım.
Ne olur çocuklarının gözünü korkutmak isteyen ebeveynlerin sık sık başvurduğu, İran Devrimi’nde amaç aracı haklı kılar deyip ele ele tutuştuğu nişanlısı Humeyni tarafından yüz üstü bırakılan Tudeh’in öyküsünü anlatmayın. Masal anlatın mesela; en azından eğlenceli olur.
Kimse bir kez evet dedi diye varlığını varlığına armağan edin falan da demiyor ayrıca; Katolik nikahı kıymayacaksınız ya. Yarın bir gün aldatmaya kalkarsa gereken neyse onu yaparsınız yine. Verirsiniz ağzınız payını. Herkes yoluna, herkes sağ herkes selamet.
***
MEDYAZADE
Murat Bardakçı üstadımızın Murat Belge’ye verdiği ayarı yüreğimin yağı eriyerek takip ediyorum. Görüyor musunuz sevgili okurlar meğersi neymiş bu Belgeler melgeler. Bunca yıl tehlikeden bihaber yaşamışız.
Profesör olmuşsun, ecnebi illerinde bile okunan onlarca kitap yazmışsın, bilim otoritelerince itibar edilen sayısız makalen varmış neye yarar, sözde kitabında Orhan Bey’in tahta çıkış tarihini 1326 diye yazdıktan sonra?
İşte memleketin ilim irfan ve de yüksek tahsil (babasının muhasebecisinin yanında 3 koca sömestri tatili süresince pratik ekonomi eğitimi)sahibi bir tarihçisi çıkar kral çıplak deyiverir.
Sonra sen istediğin kadar “Bütün güvenilir tarihçiler benimle hemfikir” diye çırpın efendi. Bilmez misin Orhan Bey döneminin 1324’de başladığını bilmeyen adama tarihçi denmez; hatta ona kız bile verilmez?
Sevgili Bardakçı, sözde akademisyen Belge’nin tüm akademik kariyerini çöpe atan bu büyük milli-dini hatayı önümüzdeki 4 programda ayrıntılarıyla ifşa edecek. Kaçırmayın derim. Görün bakın talebelerimiz kimlere emanetmiş. Orhan Bey 1326 ha! Olacak iş değil…
...Dİyor ki:
“Askere kurşun sıkana sahip çıkan gazete: Cumhuriyet” Ali Karahasanoğlu/ Vakit.
Vakit yazarı, Sinan Cemgil’in anma ilanlarını yayınlayanları askere ispiyonluyor. Yazının devamını, ‘Ordu Göreve’ çağrılarının İslami versiyonunu merak edenlere ısrarla öneririm.