Satranç oynamayı sever misiniz? Ya çok seversiniz, ya da hiç... Ya da benim gibi çok sevdiğiniz bir dönem oldu, ama araya başka şeyler girdi ve.....

Satranç oynamayı sever misiniz? Ya çok seversiniz, ya da hiç... Ya da benim gibi çok sevdiğiniz bir dönem oldu, ama araya başka şeyler girdi ve ilginizi kaybettiniz. Deniz kenarında sabaha kadar satranç oynadığımız günleri hatırlıyorum. O kadar çok anlam yüklerdik ki bu oyuna, sanki bu oyunu yeterince iyi oynayabilirsek, devrim stratejisini de o kadar iyi kurabileceğimizi düşünürdük.

Aslında hayat, o yıllarda bizim için tam da bir satranç oyununa benziyordu. Koşulları ve eldeki olanakları tespit ederek yaptığımız hamleler ve tercihlerle hedefe ulaşmaya çalıştığımız bir oyundu sanki hayat. Ama zamanla, hayatın bir satranç oyunu olmadığını, olamayacağını, hayatın stratejisinin ve deneyiminin bizden epey üstün olduğunu, satrançtaki gibi eşit süre ve karşılıklı hamle hakkının adil olarak taraflara dağıtılmadığını öğrenmiştik ki sanırım, satranç eşittir hayat mevzusundan uzaklaşmış ve zihnimizi daha çok hayatın kendine ait değişken ve homojen olmayan yapısını anlamaya ve tanımaya vermiştik.

Ama hayat biraz satranç oyununa yine de benzemiyor muydu? Napolyon'un, öldükten sonra kalbinin sökülerek bir satranç tahtası içine gömülmesini vasiyet etmesi, birileri için elbette çılgınca gelebilir. Ama Stephan Zweig'm o meşhur "Satranç" romanını okuduğunuzda, Napolyon'u anlamanız da mümkün, bu tutkuyu bir delilik olarak görmeniz de.

İşten çıkıp vapur iskelesine doğru koştururken, bir yandan da kaç gündür hazırlık yaptığım satranç karşılaşması için ezberlediğim açılışları tekrarlıyordum kendi kendime. Sultanahmet'te bulunan Cafer Ağa Medresesi'nde buluşacaktım büyük satranç ustası Don San-dalio ile. Eminim hoşuna gidecekti Cafer

Ağa Medresesi. Bahçesinde oturup çayımızı ney sesi eşliğinde içip satrancımızı öyle oynayacaktık. İstanbul'a ilk defa gelen Don Sandalio için buluştuğumuz yerin özel bir yer olmasını tercih etmiştim. Don Sandalio'nun tüm randevularına zamanından önce geldiğini ve beklerken ne büyük acılar çektiğini de okumuştum kitaptan. Sel Yayınları'ndan çıkan Miguel De Unamuno'nun "Satranç Ustası Don Sandalio'nun Romanı"nı okuduktan sonra bu karşılaşma, bir satranç karşılaşmasından daha fazla anlam ifade ediyordu benim için. Don Sandali-o'yla kendisi kadar gizemli olan yazarı Unamuno hakkında konuşacağım için de heyecanlıydım.

Unamuno, 1864-1936 yıllarında yaşamış bir yazar. Üniversitelerde hocalık ve rektörlük yapmış, İspanya'da askeri yönetime karşı çıktığı için Kanarya Adala-rı'na sürgüne gönderilmiş ve Fransa'ya kaçmak zorunda bırakılmış. Askeri yönetim sona erip İspanya'ya döndükten sonra, bir başka diktatör Franco'nun gazabına uğrayıp evinde gözaltında tutulduğu zaman içerisinde kalp krizinden ölmüş. Unamuno'yu, hep bir bilinmezliğin içinde yol alan, sır çözmekten çok sır üretmeyi kendisine mesele eden bir yazar olarak düşünmüşümdür nedense.

Unamuno'nun okuduğum ilk kitabı, "Sis"ti. O romanda hatırladığım en güçlü şey ise, romancının roman kahrama-nıyla karşılaştığı andır. Roman kahramanı, yazara özgürce yaşamak istediğini söyleyerek başkaldırmıştı o kitapta. Aslında romancılar ve kahramanları arasında sürekli olarak gerilimli bir ilişki olduğunu, roman kahramanlarının tamamen yazara teslim olmasının, usta romancılar tarafından çok da istenmediğini düşünmüşümdür hep. Yazarın mutlak hâkim olduğu bir romanın, kurgusal yanının ağır basarak sahicilikten uzaklaşması, her zaman için kaçınılmaz bir son gibi gelmiştir bana.

Cafer Ağa Medresesi'ne vardığımda, Don Sandalio bir köşeye oturmuş, önünde satranç tahtası, kara kara düşünüyordu. Don Sandalio, gelişime hiçbir tepki vermedi önce. Çok az konuştuğunu, daima satranç oynadığını ve sanki satrançtan başka bir şeyle ilgilenmiyormuş gibi yaptığını biliyordum. "Geciktim biraz. Kusura bakmayın." dedim. "Önemli değil" dedi yüzüme hiç bakmadan.

Onun gözünde, satranç taşlarından daha gerçek olmadığımı okumuştum kitapta. Hiçbir şey konuşmadan oyuna başladık. Tıpkı kitaptaki anlatıcının başına geldiği gibi, onu hayranlıkla izlemekten doğru düzgün bir hamle bile yapamamıştım. "Şah!" demeden evvel müzikal bir biçimde nefes alıp vermesi bile tıpkı kitaptaki gibi hayranlık uyandırıcıydı. Kendisini bu denli oyuna verebilen, adeta satranç tahtasında yaşayan birisini daha önce görmediğimi söylediğimde, hiçşaşırmadı.

"Sen, Don Sandalio'yla buluşmak için buraya geldin. Ama ne telefonda, ne de geldiğin zaman kendimi sana Don Sandalio olarak takdim etmedim. Eğer romanı sonuna kadar okuduysan, Don Sandalio'nun hapishanedeyken öldüğünü de bilmen gerekirdi. Ben, romandaki anlatıcının mektup arkadaşı Felipe'yim." "Anlamadım. Sen, Don Sandalio değil misin? Öyleyse bana bunu daha önce söylemen gerekmez miydi?" "Ne önemi var? Don Sandalio olmak o kadar da zor bir şey değil ki. Ve her romancının bir Don Sandali-o'sunun da olması gerekir." "Sizi hiç anlamıyorum Bay Felipe." Bir oyunun içinde olduğumu düşünerek sinirlenmiştim. "Buluşma yeri olarak burayı seçtin, çünkü sen de romandaki anlatıcı gibi insanlardan kaçan birisisin. Zaten romancılar, her zaman insanlardan uzaklaşarak onlara yakınlaşmanın metoduyla yazmışlardır. Yazmak için kaçmak gerekir. Hatırlarsan, romanda şöyle bir cümle var, sayfa 73'te: 'O zaman yaşadığın kentte, ücra bir yerde bir kahve bul (...) Ve kendi kendinle konuş. Ve sonunda mutlaka Don Sandalio'yu bulacaksın. Benimkini değil! (...) Bilardo oyuncusu, futbolcu ya da başka bir şey olabilir. Veya romancı. Ve sen böyle onu hayal ederken ve onunla konuşurken romancı olacaksın.' Şimdi anladın mı ne demek istediğimi?"

Şaşkına dönmüştüm. Önümde duran çaydan bir yudum alıp Felipe'nin gözlerinin içine baktım: "Öyleyse sen... Sen, benim Don Sandalio'msun." Felipe, yavaşça kulağıma eğilip, sanki bir sır söy-lermiş gibi fısıldadı: "Mat!"