Eğer şüpheci araştıran, sorgulayan bir yanınız varsa, her söyleneni hap gibi almıyorsanız internet denen şu ummanda kaybolmanız yada yanlış bilgilenmeniz bir hayli zordur. Kimi...

Eğer şüpheci araştıran, sorgulayan bir yanınız varsa, her söyleneni hap gibi almıyorsanız internet denen şu ummanda kaybolmanız yada yanlış bilgilenmeniz bir hayli zordur. Kimi bilgi edinme dışında mizah gıdanızı da edinebilirsiniz bu ummandan. Her türlü muziplik buradadır.İşte o muzipliklerden biri; “Namaz bitiminde selam verirken insanın sağında solunda bulunan meleklere jest, mimik, psikolojik baskı yada aleni bir biçimde göstere göstere farklı davranmak bu mudur lan Müslümanlık? Bu günkü cumada öfkeden deliye döndüm bu manzarayı görünce. Hatta bu işin cılkını çıkaran orta yaşlı adama ‘ yazık lan sana ‘ dedim. Cemaat araya girdi de kavga büyümeden önlendi. Namazları sonuna dikkat edin, sağdaki meleğe selam verirken yavşak, ağlamaklı, içten gelen hafif bir tebessümle kendini acındırır bu zübükler. Pişkin pişkin yalakalık yaparlar. Ama iş soldaki meleğe gelince kerhen döndürür kafayı, bitse de gitsek havasında. Ayıp lan ayıp, utanmaz arlanmaz. Allahın meleklerinin hepsi eşittir.Sırf günahlarını yazıyor diye böyle bir muameleye layık mı o melek? Tam aksini hak ediyor hatta.”

 İşte böyle… Bu günlerde yerel seçim atmosferine girdik giriyoruz. Siyaseten namazı bitiren siyasi liderler de üç beş oy uğruna popülizm bayrağını sağa sola sallamaktalar. Her ne kadar sağa verilen selam ile sola verilen selam arasında bariz faklılık ve inandırıcılıktan uzak yüz ifadeleri, mimikler gözleniyorsa da bu kadarı da burjuva siyaset anlayışında pekala su götürür.

Deniz Baykal bu günlerde sağa yüzünü bir başka dönüyor. Çarşafa rozet takarken yüz ifadesine bir bakın bakalım ne göreceksiniz? Diğer yandan Tayip Erdoğan’da Kızılcahamam’dan sağa sola tebessüm göndererek; “ Biz Yunus’un, Mevlana’nın, Pir Sultan Abdal’ın, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Mehmet Akif’in, Nazım Hikmet’in diliyle konuşuyoruz.”  demekle Alevilere ve sola  tebessüm etmeye çalışıyor. Fakat hangi dille konuşursa konuşsun kafanın arkasındaki o dilde kendini ele veriyor. Geçtiğimiz günlerde Reuters ve The Economist’teki yazılara yanıt verirken “ Sanki ellerinde bir röntgen cihazı var, beyinlerimizin arkasındakini görmeye çalışıyorlar. Bir de görüyormuş gibi kati yorumlar yapıyorlar.” Gerçekte o röntgen cihazı tamda kendi dilidir. O dil, reel sektöre kolaylık sağlamayan bankaları kast ederek diyor ki; “ Dar günlerde sizde onları kapınızda bekletin!” Bu söylem kısas anlayışının tezahürüdür. Kısas hukuku ise kafanın arkasındakidir.

Ne derlerse desinler, Ne dağıtırlarsa dağıtsınlar, ne vaat ederlerse etsinler; insanın cenneti kendi iradesidir.Her gün bir şekilde bir yerlerde karşılaştığımız neoliberalizm mağdurları; işportacılar, kargo taşıyıcıları, pazarcılar, gecenin bir yarısında yollara düşen atık toplayıcıları, sabahın alacasında evlere,işyerlerine temizliğe giden kadınlar, kapıcılar, kör karanlıkta yollara düşerek amele pazarlarını dolduran inşaat işçileri, demirciler, sıvacılar, tesisatçılar, boyacılar, kuryeler, evlere işyerlerine servis yapan çıraklar, berber, terzi, kaportacı kalfaları, tezgahtarlar, taciz korkusu ile iş yollarındaki kadın çalışanlar, sinemada gün boyu güneşe hasret  yer göstericileri, pamuk, fındık toplayıcıları, soğan sökücüleri, elleri tuzlu sudan,ağ çekmekten  yıpranmış balıkçılar, garsonlar, market çalışanları,kasiyerler, gün boyu ayaklarına kara sular inen kahveci çırakları,askıcılar, aşçı yamakları,bulaşıkçılar, milli piyango satıcıları, ayakkabı boyacıları, gazete, televizyon muhabirleri, ağaç budayıcılar, çiçek satıcıları, müzisyen çingeneler, su dağıtıcıları, şoförler, mendil diye çocukluğunu satan çocuklar, bedenini satan kadınlar, pazarlamacılar, kilim-halı dokuyan kızlar, el işi, göz nuru işçileri ev kadınları, emekliler, işsiz gençler, kimi susuz, kimi elektriksiz, çamur deryası kent kıyılarından, varoşlardan inenler, yorgunluğu, öfkeyi, umutsuzluğu, çaresizliği içinde barındıranlar   yobazlık yorgunu kentlerin tozlu sokaklarında iradelerini, cennetlerini arıyorlar. Bu çok uzun cümlenin içerisinde yer alanlar – ve yer alamayan binlercesi- bu gün kimi işsiz, kimi işi var ama çok düşük ücretli, kimi işi var ama sendikasız, kimi sendikalı ama sendikal haklardan mahrum mağmalar gibi birikiyorlar kentin içinde.

Son kırk yıl içerisinde neredeyse tüm dünyada  sendikalaşma oranı düşmekte. Türkiye’de de kayıt dışılar da hesaba katıldığında yaklaşık 18 milyon ücretli çalışanın sendikalaşma oranı % 10’ların altına çoktan düştü. Üstelik bu oranın ancak beşte biri toplu sözleşme gibi sendikal haklardan yararlanabilmekte. Yukarıdaki o  uzun cümle içine sığmayan milyonlar ise örgütsüz. Elbette 12 eylül yasalarının örgütlenme önündeki duvarları söz konusu. Fakat bu yasal engeller aşılamaz değildir. TMMOB’nin içindeki öğrenci üye uygulaması gibi fahri üyeliklerle bu emekçiler örgütlenebilir. Kapitalizmin en büyük korkusu sendikaların uzlaşma ve ücret sendikacılığının dışına çıkmasıdır. Sendikal örgütlenmenin yoğunlaşması, güçlenmesidir. Emeklilerin, gençlerin, çiftçilerin sendikalaşması bu nedenle engellenmek istenmektedir. 29 Kasım Mitingini örgütleyen sendikalar AKP karşıtlığının ötesine geçerek emeği örgütleme çabası içinde yoğunlaşmalıdır.

Mitingden söz etmişken bir de gençlerin öfkesi, bunun yansımaları ve holding medyasının barbarlık söylemlerine bir iki cümle ile değinmek gerekir. Diyarbakır’da, Van’da, Adana’da, İstanbul!da ve Ankara’da mitingte taş atanlar,camları kıranlar içlerindeki umutsuzluğu, çaresizliği, yarına olan güvensizliği, işsizliği, dışlanmışlığı, ezilmişliği, baskıyı dışa vuruyorlar. Ve iyi ki de taş atıyorlar. Ya Başbakanı dinleyip, sabrımız taştı deyip, pompalı tüfeği kapsa idiler ne olurdu?