Yaklaşık yüzyıldır bu ülke topraklarında ‘milliyetçilik’ egemen ideolojinin en önemli ayaklarından biri. İmparatorluk rejiminin tarihsel

Yaklaşık yüzyıldır bu ülke topraklarında ‘milliyetçilik’ egemen ideolojinin en önemli ayaklarından biri. İmparatorluk rejiminin tarihsel olarak son bulduğu, çokuluslu bir yapının 19. yüzyılın ortaya çıkarttığı milliyetçiliklerle parçalandığı bir arka plan var. Bir gazete yazısında irdelenemeyecek kadar geniş bir teorik çerçevenin içinde; feodal yapının çözülmesi, burjuvazinin ve işçi hareketinin doğuşu; Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali; paylaşım savaşları vb.. milliyetçiliğin ve bunun sonucunda ortaya çıkan ulus devletlerin doğuşunda rol oynayan faktörler.
Milliyetçi ideolojinin olmazsa olmazları arasında ise biz/öteki ayrışması var; bu tür bir ‘öteki’ tanımı milliyetçiliğin sınırlarını negatif anlamda çiziyor. Bizim diğerlerinden farklı olduğumuz, ötekinin özelliklerinin ‘kötü’ bizim ise ‘iyi’ olduğuna ilişkin bir inanç işin doğası gereği milliyetçiliğin mayasında var. Eğer biz ‘kötü’ bir durumdaysak bunun tek nedeni dış faktörler olabilir, ‘dış düşmanlar’ nitelemesinin (iç düşman kavramını örtük olarak ileri sürmesindeki saçmalığı bir kenara bırakalım) gündelik dile bu denli yapışmasının altında esas olarak bu ideolojik ön kabul yatar.
Bu tür bir bakış açısının sonucu, bir ulusun değerlendirilmesinin yine o ulusun özellikleriyle yapılması türünden bir kısır döngüdür. Oysa uluslararası kıstaslar çok uzun zamandır bir ulusun performansını ortaya koyuyor. Örneğin ‘biz’i ele alalım; insani gelişme endeksinde, demokratik standartlar konusunda, kültürde sanatta, sporda, bilimde, ekonomik gelişmişlikte dünyanın diğer ülkeleriyle kıyaslandığımızda ne durumdayız?
Eğer bu kıyaslamada ancak orta karar bir ülke isek, karnemiz zayıflarla doluysa durup düşünmekte yarar var. Nasıl oluyor da ‘ulus’ olarak özelliklerimiz diğer uluslardan bu denli üstünken(!) her düzeyde bizden çok daha başarılı onlarca ulus ya da ülke var ? Oturup “bir Türk dünyaya bedeldir” türünden vecizeler uydururken neden bırakın bir Türk’ü bütün Türkler biraraya geldiğimizde dünya planında herhangi bir alanın en iyisi olamıyoruz?
Dünya çapında kabul gören bir sanatçımız yok, sporda görünür bir başarımız yok, arada rastlantısal olarak aramızdan biri çıkıp es kaza ‘Nobel’ falan alınca da alıp alacağına pişman edebiliyoruz; uluslararası bir başarı kazanan insanlarımız olduğunda ise yaftamız hazır; Türk düşmanları o aramızdan çıkanı destekledikleri için bu gerçekleşti. Orhan Pamuk’un Nobel’de, Yılmaz Güney’in Cannes’da başına gelenleri anımsayalım.
Aslında ‘dış faktör’ün etkisi düşünce dünyamızda sadece milliyetçilerin onu bir kötülükler alanı olarak görmeleriyle sınırlı değil. Aynı zamanda ‘dış faktörü’ bir iyilikler alanı olarak gören çok sayıda insan da var. Tanzimat’a kadar geri gitmeyelim; ABD’nin ikinci büyük savaş sonrasında kurduğu yeni dünyanın bizi çok partili hayata taşıdığına; AB’nin ‘adam’ edeceğine, IMF’nin ekonomiyi düzelteceğine ya da Dünya Bankası’nın kalkındıracağına ilişkin bir dolu düşünce var etrafımızda. Üstelik bu tür düşünceleri ifade edenlerin hemen hemen hepsi milliyetçiliğe inanmayan insanlar.
Oysa Türkiye sol hareketi ideolojik öncülleri açısından enternasyonalist, halkın öz deneyimine dayanan, hadi o çok bilinen ikilemle söyleyelim iç dinamiklerin belirleyiciliğini ama dış dinamiklerin etkisini hesaba katan özellikleriyle bir milliyetçilik ve liberalizm eleştirisini ortaya koyabilecek durumdadır. Bu noktada asıl sorun; güçlü bir sol hareketin ve teorinin kendine alan açamamasıdır.
12 Eylül öncesinde Marksizm’in okul kantinlerinden köy kahvelerine; fabrika yemekhanelerinden üniversite kürsülerine varıncaya değin harıl harıl tartışıldığı; gerçek bir halk hareketinin bütün ülkede filizlendiği koşullarda solun da dünya ölçeğiyle kıyaslandığında etkili teoriler ortaya koyamadığını kabul etmek gerekiyor. Hikmet Kıvılcımlı gibi ‘özgün’, Mahir Çayan gibi son derece parlak teorisyenler bir kenara bırakılacak olursa Türkiye solunun dünya soluna kattığı teorik bir değerden söz edebilmek imkânsızdır.
Solun pratik anlamda en güçlü olduğu dönemde milliyetçilik ve liberalizmle arasına kalın çizgiler çekememesinin, hatta bu iki akımdan fazlaca etkilenen yapıların var olmasının bugünün tartışmalarında derin bir kafa karışıklığının sürmesinde fazlasıyla etkili olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Oysa Türkiye sol hareketi kendini milliyetçilikten o koşullarda arındırabilecek güçlü bir teorik çerçeve sunabilmiş olsaydı, bugün solun bazı kesimlerinin milliyetçiliğin şemsiyesi altına girmesi bu denli kolay olmazdı, benzer bir biçimde özellikle yenilgi sonrasında güçlenen liberalizmin sol üzerindeki etkisine karşı bir barikat oluşturulabilseydi durum bugün çok farklı olabilirdi.
Geldiğimiz nokta gerçekten de dramatiktir. 12 Mart devrimci hareketinin çok ağır bedeller ödeyerek koptuğu cuntacılıktan, 12 Eylül’de devrimcilerin bir askeri darbe koşullarında yaşadıklarından sonra hâlâ ‘cunta’lardan medet uman ve kendini solda tanımlayan insanların varlığı akıl dışı bir durumdur. Anti-emperyalizm gibi fiyakalı soslara bulanarak sunulsa da durum değişmiyor.
Peki bu böyle de, solun toplumsal hedeflerini, sınıfsal tavrını ve siyasal programını batı tipi bir demokrasiyle sınırlayan AB normlarını azami ya da asgari farketmez programı ilan eden bir hareketin gerçekten de devrimci bir hareket olarak sunulmasına ne demeli?
Gelelim yumurta tavuk hikâyesine; evet güçlü bir devrimci hareket olmadan onun fikirlerinin toplumsal bir güç haline gelmesi mümkün değildir, ama bunun tersi de doğrudur güçlü bir ideolojik manivela da olmadan güçlü bir hareket yaratmak mümkün değildir. İnsanları harekete geçirecek olan şey inandıkları düşüncelerdir. Bu ikili görevler bütünlüğünü birbirinin karşısına koymak bizi büyük bir atalete sürüklemekten ve giderek toplumsal hayatın gerçeklerinden uzaklaştırmak dışında bir sonuç üretmeyecektir. Devrimcilik bize sunulan çerçevenin reddedildiği noktadan başlar. Yeni bir çerçeve ve yeni bir resim içinse yeterince deneyimimiz var.