“Bundan fazlası yapılmaz” deyip, balkon konuşması bekleyen, balkon konuşmasından medet uman -belki de gönüllü -eblehlerin sayısı bayağı fazlaydı...

“Bundan fazlası yapılmaz” deyip, balkon konuşması bekleyen, balkon konuşmasından medet uman  -belki de gönüllü-  eblehlerin sayısı bayağı fazlaydı. Fazlası pek âlâ olurmuş: Seçilmişlerin vekilliğini fiilen ya da resmen iptal edip, yerine kendi seçilmemişlerini geçirmek.

İnsanlar şaşırsın, mührü yanlış yere bassın, oyu geçersiz sayılsın diye, bağımsız adayları da birleşik oy pusulasına eklediler, ’77 seçiminden hemen önce, Erdoğan ile Baykal birlik olup. Devlet kendi vatandaşına, hem de en mağdur, en güçsüz, en savunmasız olanlarına düpedüz tuzak kurdu; üstelik de ayırımcı, ırkçı bir tuzak: Bölücülüğün dik âlâsı; en pespayecesi, en ucuzcası.

Bölücülüğün bir diğer boyutu da, doğrudan doğruya akçeli: Partilere hazine yardımını da seçim barajına bağladılar; bizim vergilerimizi kendi ceplerine atıyorlar; siyasî planda yol açtığı eşitsizlik ve haksızlık bir yana, doğrudan doğruya hırsızlık.

Ana günah ise, %10 barajı. Her şeyden önce, eşit seçme-seçilme hakkının ortadan kaldırılması. Amaç Kürtleri Meclis’e sokmamak; savaş hâlini süregen kılmak; ama, zaten neo-liberalizm savaşsız yapamaz. Ancak baraj kavramı bizatihi küstahlık: Sen kim oluyorsun da benim oyumu yok sayıyorsun. Ayrıca dolandırıcılık da: Verdiğim oy, vermediğim adayın hanesine kaydediliyor; adam Meclis’e giriyor bana rağmen benim oyum sayesinde. Aldığı maaş, elde ettiği avantaj ve ayrıcalık; hepsi haram. Haram falan bir yana, insan biraz olsun utanır kendisine verilmemiş oylarla seçilmiş sayılıp, bundan kazanç sağlamaya. Ama bunlar, seçmenin sadece %26,2’siyle Cumhurbaşkanı olmaya/seçmeye  de kalkmadılar mı?

Barajı savunan, kan dökülmesinden yana; daha doğrusu kandan beslenen vampir. Hele, hem baraja sahip çıkıp, hem de demokrasiden bahsetmek, insanı çıldırtacak bir utanmazlık. Ancak, insanın ar damarı bir kere çatlamaya görsün, bir yandan darbelere/darbecilere karşı mücadele ediyorum, 12 Eylül’ü sorgulayıp yargılıyorum derken, diğer yandan da, başta %10 barajı ve iş yasaları, 12 Eylül ürünü ne kadar faşistlik varsa onların en büyük müdafii ve muhafızı olmakta beis görmez. Ama bunların pek sivil ve pek demokrat Özal’ları da, siyasî yasaklar kalkmasın diye  -hem de bizzat Kenan Evren bile “artık kalksın bunlar” demişken- elinden gelen her şeyi yapıp, elinin altındaki bütün ‘no-noş’ları meydan meydan dolaştırtmadı mıydı?

Özal’ın yanı sıra, Menderes üzerinden de tarihi tahrif etmek bunların en büyük marifetlerinden: Menderes ’demokrasi şehidi’ falan değil, demokrasinin mezar kazıcısıdır. Arap ülkelerinin hâli ortada; tek partili/diktatoryal rejimleri geride bırakmak kanlı, ızdıraplı, yıkımlı bir süreç; ayrıca başarı şansı da pek görünmüyor, hiç değilse bugün için. Oysa, rahmetli İnönü, bu işi kansız/nizasız başarır ve iktidarı Menderes’e teslim eder. Adamın ilk yaptığı, Amerikalıların desteğini almak için bir yandan komünist tevkifatı başlatırken, diğer yandan da Meclis’ten bile geçirmeden Kore’ye asker göndermek olur; ama, devletin çivisini çıkarttığı nokta, kendisine oy vermedi diye Kırşehir’i ‘anormal’ ilân edip ilçe yaparken rahmetli Bölükbaşı’yı da Meclis’ten alıp hapse attırtması olur. ’57 seçimleri halk nezdine azınlığa (%48) düştüğünü gösterince, Meclis’teki sun’î çoğunluğuna dayanarak, iyice azgınlaşır. Bir yandan, yargıyı ele geçirip hapisaneleri gazeteciyle doldururken, diğer yandan da Vatan Cephesi’ni kurup, katılmayanları Şer Cephesi ilân eder; Meclis Tahkikat Komisyonu ise yasama, yürütme ve yargıyı kendi tekelinde toplama teşebbüsüdür: 27 Mayıs bir darbedir; ama, ilk darbe Menderes’ten gelmiştir ve de bizi hâlâ devam eden karanlık bir yola sokmuştur.
Bu günlerde, işte bu karanlık yolun kapkaranlık bir evresindeyizdir: Devlet, taşeronların emekçileri ölüme göndermesini teşvikin ötesine geçip, siyanürcülere zehirlettiği vatandaşın kendi sağlık raporunu okumasını yasaklama noktasına gelmiştir. Bu, ancak Hitler Almanya’sında görülebilecek bir uygulamadır ve de kesinlikle ‘darbe anayasası’yla değil, doğrudan doğruya  Erdoğan rejimiyle ilgilidir.

Yeni, ‘sivil’, demokratik bir anayasa masalı, mevcut diktatoryal yönetimin, hemen herkesi baktırttığı ‘cambaz’dır.
Amaç demokratikleşmeyse, barajın kaldırılması, siyasî partiler yasasının lider sultasına kapatılması, ‘terörle mücadele’ ve ceza yasalarındaki Stalin icadı keyfîliklerin ayıklanması vb…, değil yeni bir anayasa, en ufak bir anayasa değişikliğini bile gerektirmeyen yasal düzenlemelerdir. Ayrıca, ırk-mezhep farklılığı temelinde halkı kin ve öfkeye yönlendirmekte, insanları inançlarından dolayı aşağılayıp hedef göstermekte, milyonlarca seçmeni ve yasal parti ve örgütleri terörist ilân etmekte, devleti kendi kişisel öfke, kin ve çıkarları doğrultusunda işletmekte beis görmeyen insanlarla, değil anayasa yapmak, çay içmek için bile aynı masaya oturmak ne caiz, ne de akıl işidir.
Aslında yapılması gereken, sadece BDP’nin değil CHP ve MHP’nin de Meclis’i boykot edip Erdoğan’ı kendi kaderiyle baş başa bırakmalarıdır: Dört nala diktatörlüğe sürüklenen bir ülkeyi yeniden düze çıkartmak ancak böylesi radikal bir kopuşun ardından gerçekleşebilir.