Referandum sonrasında, Başbakan’ın orkestra şefliğinde, toplumun farklı kesimlerini “hizaya getirme” operasyonları

Referandum sonrasında, Başbakan’ın orkestra şefliğinde, toplumun farklı kesimlerini “hizaya getirme” operasyonları devam ediyor. İktidara eleştirileriyle tanınan köşe yazarlarının işine patronları tarafından “istemeyerek”  birer birer son verilirken, Başbakan duruma daha kökten bir çözüm buldu; gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve önemli kalemlerini bir araya toplayıp, “gazetecilik misyonunun anlamı” üzerine, ders niteliğinde bir konuşma yapıp, medyadan beklentilerine açıklık getirdi. Başbakan medya tarafını uyarırken, yardımcısı Bülent Arınç’ın da, medyaya “yerli yersiz” demeç verenlere uyarı yapma görevini üstlendiği anlaşılıyor.

Bu toz duman arasında, bizi aşan bu işleri bir kenara bırakıp, işimize bakalım; geçen hafta başladığımız kitap okuma işine devam etmekte yarar var. Üstelik kitap okuma işi oldukça ilgi de çekti. “Başka kitaplar da okuyun” yönünde öneriler aldım. “Dizimania” yaşayan bir toplumda, kitap okuma konusundaki bu duyarlılığa duyarsız kalınamayacağından,  okumaya devam etmek bir görev haline gelmiş bulunuyor. Bu arada kitap okumanın kuruluğunu biraz hafifletmek için, kitaplarda rastladığım resimleri de araya sıkıştıracağım.

Geçen haftaki yazıyla süreklilik sağlaması açısından, Mussolini Italya’sına yönelik okumaya devam edeceğiz. Bunu yaparken, günün anlam ve önemini dikkate alıp, Türkiye’nin gündeminden de tümüyle kopmamak adına, bu hafta, Mussolini’nin basına yönelik sansür politikasını ele alacağız.

Ayrıca tek kaynağa dayanma eleştirilerini boşa çıkartmak için, bu hafta iki kitaptan yararlanacağız; George Talbot’un Mussolini’nin Faşist Italya’sında Sansür, (Macmillan, Palgrave, 2007) ve Donald Sasson’un Mussolini ve Faşizmin Yükselişi, (Harper Press, 2007).

Eğer faşist rejimin basına yönelik sansürüne odaklı “Mussolini’nin Basını” başlıklı bir belgesel çekiyor olsaydım, muhtemelen başlangıç sahnesi Talbot’un tasvir ettiği şu olay olurdu;

Tümü erkek yetmiş günlük gazete genel yayın yönetmeni, “10 Ekim 1928’de, Mussolini tarafından daha sonra “bir misyon olarak gazetecilik” olarak bilinecek konuşmasını dinlemek üzere (Başkanlık Sarayı) Palazzo Chigi’ye çağırıldılar. Mussolini konuşmasına basına sansür uyguladığı eleştirisini reddederek başladı ve faşist gazeteciliğin misyonu konusundaki görüşlerini ifade etti.  Konuşmada, Ocak 1925 tarihli sert yasal düzenlemenin rejimin hizmetindeki faşist basına yön vermek açısından ne derece önemli olduğu bir kez daha vurgulandı. Bu misyonu çerçevesinde, basının rejime zarar verecek nitelikteki hikâye ve haberleri sansürlemesi ve rejim açısından yararlı ve rejimi daha ileriye taşıyacak olanları öne çıkarması istendi…Duçe, faşizm altında, İtalyan basınının diğer ülkelerin basınından çok daha özgür olduğunu; çünkü diğer ülkelerde, gazetelerin zengin ve güçlü zümreler, partiler ve kişilerden emir aldığını ve satışlarını artırmaya yönelik olarak skandal ve düzmece haberleri öne çıkarmak zorunda kaldığını öne sürdü…

Mussolini’nin kafasındaki basını kendi sözlerinden öğreniyoruz; “faşist gazeteciliği bir orkestra gibi görüyorum. Bir tona odaklanıyorsunuz. Notalar hükümetin basın birimi tarafından verilmiyor. Bu tonu faşist gazetecilik kendisi oluşturuyor; rejime nasıl hizmet edeceğini biliyor. Günlük emirler beklemiyor. Ancak, bu genel tonun içinde, uyumsuzluğa izin vermeyip, tam ve kutsal bir uyum yaratan çeşitlilik var.”

Talbot’unda işaret ettiği gibi, “Mussolini 1928 yılı sonlarında bu konuşmayı yaptığı sırada, gazeteler hâlihazırda baskı altına alınmış, geleneksel liberal gazeteler Il Corriere della Sera ve La Stampa rejime sempatisi olan editörlerin ellerine teslim edilmişti. Milano’da kardeşi tarafından yönetilen Il Popolo d’Italia gazetesi aracılığıyla Mussolini’nin basına doğrudan erişimi vardı.

Sağladığı büyük hâkimiyetin etkisinde, Mussolini artık basından, magazin gazeteciliği değil, rejime adanmışlık bekliyordu. Mussolini’ye göre; rejim açısından geleneksel gazetecilik söyleminden daha da işe yaramaz bir durum, faşist İtalya’nın imajı yerine, satışı artıracak sansasyonel haberlerin öne çıkarılmasıydı. Faşist gazeteler dış dünyadaki düşmanların kullanmasına malzeme sağlamamak konusunda ketum ve dengeli olmalıydı.”

Mussolini basına yönelik aşağılamalarla dolu konuşmasını bitirdiğinde, salonu dolduran yetmiş gazeteciden en azından bir kaçının beş-altı yıl geriye dönüp, Mussolini’nin iktidara gelişi sürecinde basının verdiği kötü sınavı hatırlamış olması muhtemeldir.

Çünkü, Mussolini’nin bu önlenebilir yükselişinde, birkaç küçük istisna dışında, liberal basın önemli rolü oynamıştı. Sasson’un işaret ettiği gibi, iş çevreleriyle iç içe, liberal basın, 1920 yılından başlayıp, giderek dozu artan biçimde, sosyalistlere karşı bir güvence oluşturması ve liberal politikaları savunması nedeniyle, Mussolini’yi desteklemişti. Eylül 1922’de Udine’de Mussolini, “Devleti bütün ekonomik güçlerinden arındırmak istiyoruz. Devlet-demiryolcusunun, devlet-postacısının, devlet-sigortacısının zamanı dolmuştur. Vergi verenler üzerinden ayakta tutulan ve İtalyan devletinin mali kaynaklarını tüketen anlayışın sonu gelmiştir” dediğinde, konuşması Corriere della Sera tarafından övgüyle karşılandı.

Sasson’da işaret ettiği gibi bu hesaplar içinde, henüz 1922’de Mussolini tüm kontrolü elinde ele geçirmemişken, “faşist gençlik örgütünün büyük kentlerde estirmekte olduğu şiddet konusunda gerek otoriteler gerekse basın sessiz kalmayı tercih ediyordu”. Benzer biçimde, “faşist milisler sosyalistlerin yönetimindeki kent meclisini basıp, meclis üyelerini dışarı attığında” “Milan’ın finans ve ticaret elitinin yayın organı sayılan Corriere della Sera olayı kınayan tek bir söz söylemeden, şiddet içeren olayı aktarmakla yetindi”.

“Nisan 1921’de Albertini (Corriere editörü) faşist hareketi canlanan ulusal bilincin en uç ifadesi olarak selamlıyordu... 1922 boyunca Corriere ülkeye asıl tehdidin faşistler değil, sosyalistlerden geldiğini savunup, güçlü hükümet talebinde bulundu. Şiddet konusunda, tekrar tekrar sosyalistleri sorumlu tuttu ve faşistlerin sadece sosyalistlere yanıt verdiğini öne sürdü”

Mussolini’nin temsil ettiği şiddetle yüklü siyaset liberal çevreler ve basının bir bölümünü rahatsız etmeye başladığındaysa, artık çok geçti. Sınırlı bir kesim kaygılanırken, geniş bir kesim artık kurulmakta olan düzenin yanındaydı. Sasson Corriere editörünün ibretlik hikayesini şöyle aktarıyor; “Mussolini’nin şiddetin eşlik ettiği iktidara geliş süreci özellikle sanayi sermayesi tarafından sevinçle karşılanırken, bazı liberaller ikircikli hale geliyordu. Corriere della Sera’nın editörü Lüigi Albertini 1923 yılında, anti-faşist kampa katıldığında (1922’de Mussolini’yi gönülsüzde olsa desteklemişti), sanayiciler konfederasyonu tarafından düşmanlıkla karşılandı ve kısa sürede görevden uzaklaştırıldı.”

Bundan sonrasında basına yönelik politikalar ve sansür daha da sertleşti. Hükümete ve valilere gazete ve dergileri kapatma yetkisi veren düzenleme 1925 yılında yasalaştı.

Tam da bu düzenlemeye dayanarak, Palermo Valisi’ne gönderdiği uyarı yazısında Mussolini şunları söylüyordu; “Babbio Gazetesi’nin faşist hükümetin üyelerini en bayağı biçimde aşağılayarak, basın özgürlüğünü, utanç verici biçimde, kötüye kullandığının Palermo Basın Birliği yöneticileri tarafından bilinmesini sağlayın. Kara gömlek devriminin bu aşağılama ve alaycılığı cezasız bırakmayacağını kendilerine bildirin. Gazetenin kapatılması konusundaki kararı size bırakıyorum. Ancak editörün tavrını değiştirmesini mutlaka sağlayın. Aksi durumda, tarafımdan alınan kapatma kararı kesinleşecektir.”

Talbot Mussolini’nin bu tür müdahalelerini de içeren biçimde, faşist rejimin ilk döneminden başlayarak üç tür sansür uygulamasına dikkat çekiyor; “caydırıcı, bilgi sağlayıcı ve üretken sansür. Valilerin hâlihazırda aşikâr olduğu caydırıcı model yoğunlaşarak sürdü ve muhalif gazete ve dergileri hedefledi. Muhalif dergi ve gazeteler yayınlarına sona erdirmek zorunda kaldıktan sonra da, bilgi toplama ve gözetleme yöntemleri hükümet tarafından kullanılmaya devam etti.  Dinlenen telefonların daktilo edilmiş halleri doğrudan Mussolini’ye geliyordu.”

Öte yandan, yine Talbot’un çalışmasından, üretken sansürün daha geniş bir alana yayıldığını öğreniyoruz; “gazeteciler ve medya ve yayın işinde olanlar sonuç getirici bir sansürün ortaya çıkabilmesi için, durumun farkında olmalıydı. Telefon dinleme daha önce Liberal hükümet tarafından olağanüstü durumlara yönelik uygulamaya sokulmuşken, faşizm altında, hızlı biçimde ve bir politik tercih olarak vazgeçilmez bir araç haline getirildi. Devlet aygıtı ve medyada çalışanlar aile yaşamlarının derinliklerine kadar inen biçimde, gözetim altında olduklarını bilmek durumundaydı. Telefonların dinlendiğini biliyorlardı. Rejime bağlılıklarını sağlamaya yönelik olarak gözetleme sadece hiyerarşinin alt basamaklarındakilere yönelik değildi; Mussolini’nin kardeşiyle yaptığı akşam konuşmaları bile dinlenip, dökümü yapılıyordu. Daha sonra, oydaşma dönemi boyunca, Mussolini etrafındaki kadın ve erkeklerin sadakatini ölçebileceği bir silaha sahip olmuştu… Telefonda düşünülmeden edilmiş bir sözü yıllarca hapiste kalmayla sonuçlanıyordu”

Bütün bu aktarımlardan sonra, benim ekleyebileceğim çok bir şey yok; belki Hürriyet Gazetesi eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün vardır!