Olacağı belliydi değil; zira, zaten oluyordu, gün be gün sıklaşıp şiddetlenerek: Sağlık personeline, özellikle de doktorlara saldırı.

Sağlık Bakanı en başta olmak üzere, bu iktidarın gözünde ne idi doktorlar: İnsanların sağlığı, canı üzerinden her şeyi yapmaya hazır paragöz canavarlar.

Sağlık özelleştirilmeli, emeğin en niteliklisi olarak tababet de büyük sermaye karşısında köleleştirilmeliydi; bunun için de, her şeyden önce doktorlar itibarsızlaştırılmalıydı.

İthal doktor peşine düştüler, piyasayı düşürmek için. Tam gün yasası diye tıp eğitimini sabote ettiler, en iyi yetişmiş hocaları devlet hastanesinde tedavi pratiği yapmaktan men ederek; ucuz Çin mallarıyla ara sanayileri  8-10 yıl içinde yok ettikleri gibi; ki bu, aslında gelecek nesillerin sağlığına ve canına da kast etmekti. Bu arada koruyucu hekimliği de fiilen ortadan kaldırıp, her şeyi ilaç ve tıbbî teknoloji tekellerinin çıkarları doğrultusunda işler hâle getirdiklerini de unutmayalım.

Bu işi de yine, kanun hükmünde kararnameyle, üstelik yine torbacı usûlüyle kotardılar; esas yapmak istediklerini başka şeylerin arasına sıkıştırarak: Hocalara hastane pratiğini yasaklayan düzenleme, Adalet Bakanlığı teşkilat yapısında değişikliğe ilişkin bir kararnameyle yapıldı. Bu arada, hocalara getirilen yasağı ilk delen de yine başbakan oldu: İlk ameliyatını devlet hastanesinde, ancak orada hasta bakması yasaklanmış bir cerrah yaptı.

Bu, belki de ilahî bir mesajdı; ama tabiî anlayana… Bir de esas önemli olan, insanlardan bir mesaj gelmesiydi: O hoca, o koşullarda o ameliyatı yapmamalıydı; işte belki o zaman Antep’teki cani, o genç doktoru katletme cüretini kendisinde bulamayabilirdi. Ama faşizmin özü de tam tamına, ‘insanları mesaj vermeyi dahi aklına getiremez hâle getirmek’ değil miydi: Serveti hakkında haber yaptı, ya da kendisi önünde ayağa kalkmadı diye insanları nasıl hapse attırdığını bile -gizleme gereği duymak bir yana- iftiharla ilân eden bir muktedirden her şey beklenirdi; daha doğrusu, ne beklenmesi gerektiği bile bilinemezdi ve bugün ülkeyi bütünüyle ve de geçmiş ve geleceğiyle midesine indirip hazmetmekle meşgûl AKP terörünün ana kaldıracı da işte bu bilinemezlikti.

Haydarpaşa’yı gar olmaktan çıkartmışlar, Taksim’i de meydan olmaktan çıkartmaya hazırlanıyorlardı ve de Ayasofya’yı yıkıp yerine, çatısında kayak pisti ‘çılgın’ bir AVM dikmeden bunların geçmişimizi yok etmeye son verecekleri yoktu. ‘Afet Riski’ takviyeli kentsel dönüşümün ‘bütünsel uyumluluk’ ayağı üzerinden yutmaya hazırlandıkları ise, sadece mülkiyet değil, barınma ve şehirde yaşama hakkımızdı. Devletin topraklarını, yani aslında bizim toprağımızı, Türkçesi Kürecik’i başka bir devletin hükümranlığına vermek -eski TCK’ya göre- tam tamına idamlık bir suçtu; ancak daha da vahimi, bu suçu elin pis emperyalisti gelsin de kendi vatandaşlarımızı toplu halde katletmek üzere bize yol ve yer gösterip müzaharette bulunsun diye işlemekti: Uludere ile Kürecik aynı bir fidanın ikiz gülleri olup geleceğimizin bugünden mideye indirilmiş bölümüdür. Gelecekteki ‘gelecek’ ise çok yakında gelecek, HES'ler toprağı kurutup selleri azdırırken, kendileri himmete muhtaç dede işi nükleerlerin de himmetiyle insanlarımızın canını alıp gidecektir.

Kıssadan hisse: İdris Şahin’e haksızlık yapılmaktadır; hatta hakkı yenmektedir saygıdeğer Bakanın; zira o, AKP iktidarının tomografik suretidir; yani süssüz cilasız; dekorsuz makyajsız, botokssuz estetiksiz en otantik (kendil) tezahürü; Freudgil terimlerle söylersek, süper ego bir yana, ego’sunu bile sıyırıp atmış ‘id’idir; ki ‘id’, bir insan bireyinin salt ‘sevk-i tabiî’lerinden ibaret, dolayısıyla paradigmasında ‘dün’e ve ‘yarın’a yer olmayıp ezelî-ebedî bir ‘şimdiki zaman’ içinde devinen en indirgenmez, yani başka türlü olması tasavvur dahi edilemez yanıdır.

Osman Ulagay’ın kitabı üzerinden hemen herkes, AKP’yi yerinden edecek muhalefetin, insanları peşinden sürükleyecek yeni bir hikayesi olması gerektiğini söyler hâle geldi. Bense diyorum ki, sadece ar-edep-terbiye hattı üzerinde sıkı bir mevzilenme, AKP’nin bütün hikayelerini anında tarumar etmeye yeter.