Yüzde on barajını, değil savunmak, aklından geçiren bile demokrasi kelimesini ağzına alamaz; hele karşıma hiç çıkamaz

Yüzde  on barajını, değil savunmak,  aklından geçiren bile demokrasi kelimesini ağzına alamaz; hele karşıma hiç çıkamaz: Ne haddine senin, benim oyumu yok saymak.

12  Eylül darbesinin getirdiği bu barajı savunan, darbecinin dik âlâsıdır; darbelere karşıyım diyorsa, yalan söylemekte; ayrıca bizim zekamıza da hakaret etmektedir; zira, yaptığı en pervasızcasından darbe savunuculuğudur.

Barajı savunan, darbenin yol açtığı yıkımın, otuz yıldır dökülen kanın, kaybedilen elli bini aşkın canın ortak sorumluluğunu en az Kenan Evren ve Turgut Özal kadar sırtında taşımaktadır; barajda ısrar ettiği ölçüde/sürece de, taşımaya devam edecektir.

Seçmenin sadece yüzde 26’sının oyuyla ve oyların yüzde 45’ini fiilen geçersiz kılarak Cumhurbaşkanını ve Meclis Başkanını tayin etme gücünü tek bir adamın iradesine bırakmış bir rejimin adı demokrasi değil, olsa olsa ‘tombala cumhuriyeti’ olabilir.

Baraj diyen, aslında cumhuriyet kelimesini de ağzına alamaz; ulus-devlet ve ulus kelimelerini de: İnsanların bir bölümünü fiilen vatandaşlıktan düşürüp cumhuru parçalamakta, ulusu da lağvetmektedir.

Baraj diyen, milyonlarca insana “sen bu topraklarda benim kadar hak sahibi değilsin, söz söyleyemezsin” de demiş oluyor; ki, bu da silahların konuşmasından yana bir tercih; tercihin de ötesinde, bu yönde bir zorlama; dolayısıyla, “analar ağlamasın” lâfı en büyük yalan.

Bugün iktidarda olanlar, korsan kapitalizmin temsilcileri; neo-liberalizmin yerel oyuncuları, Yeni Dünya Düzeni’nin yerli kahyaları; dolayısıyla, kan dökmeden ayakta kalamayacak unsurlar: Sırf ellerindeki mendili satabilmek için bile analar ağlasın isterler, ağlatmak için her şeyi yaparlar.

Ülkeyi ‘piyasa toplumu’na dönüştürmeyi hükümet programına koyan için, nihaî hedef, soluduğumuz havaya, yani hayat kaynaklarımıza kadar her şeyi ticarîleştirmek, piyasa üzerinden alınır satılır bir mal hâline getirmek; ki, bu işi, akarsularımızda başlattılar bile.

Başbakan, “bizim görevimiz Türkiye’yi pazarlamak” diyor; sonra da bu konudaki başarılarını teyit eden bir orgenerale karşı hakaret davası açtırtıyor. ‘Aksırana tıksırana kadar’ sözüyle insanları aşağılayıp hedef göstermesini ise, herhangi başka bir temelde değil, fakat bu hakareti kastederek “belki onun da alıcısı vardır” diyerek meşrûlaştırıyor: ‘Piyasa toplumu’nda  -dikkat; piyasa ekonomisi değil, piyasa toplumu-, eğer alıcısı varsa, müşterisi çıkarsa her şey satılıktır/satılır, her şey yapılır; insanlara hakaret etmek vb… de dahil.

Başbakanın idealindeki toplumda, artık sadece nesneler değil, insanın kendisi de, yani varoluş/yaşama tarzından vücûduna kadar her şeyi, arz-talep dengelerine göre biçimlenip pazarda satılacak bir metadır. Ancak işin garibi, başbakan, bu durumu  hem en veciz, hem de kendisinin en iyi anlayacağı şekilde dile getiren Oktay Ekşi’nin sözlerini hakaretamiz bir iftira zannedip,  tarifsiz öfkeye kapılmıştır;  -tabiî, bu da, ‘belki bir müşterisi bulunur’ diye piyasaya sürülmüş bir meta-öfke olabilir: ‘Piyasa toplumu’nun insana biçtiği yegane rôl, bezirgan(bazar-gân)lık, yani pazarlayıcılıktır; tezgahına neyi koyup neyi koymayacağı konusunda hiçbir kısıtlama olmaksızın.

İşte böylesi bir sınır tanımaz pazarlamacı kıvraklığı içindedir ki, AKP ‘Kürt açılımı’nı başlatmıştır. İlk ağızda umulan, Kürtlerin birbirine düşmesidir, ‘kürtlük’ adına kim konuşacak diye. Bir kere birbirlerine düşsünler, Öcalan’ın da eli zayıflamış olacak, bu arada kendisiyle pazarlığa oturulacaktır, makûl bir rüşvet karşılığında kafaya alınmak üzere.

Bunlar Osmanlı’yı yeniden kurma peşindedirler ya, Tayyip Erdoğan’ı halife-sultan yaparken, Öcalan’a da Kürdistan Prensliği pekâlâ verilebilir; yeter ki, Kürtler siyasal bir özne olarak tarih sahnesine çıkmasınlar; Kürt oldukları için değil, halk oldukları için: Bunların derdi, Kürdüyle de, Kürt olmayanıyla da halkın siyaset dışında tutulmasıdır. Bunu da, elma şekeri/boyalı leblebi kabilinden bir iki cambazhane gösterisiyle becerebileceklerini zannederler: Kafalarındaki Kürt,  kafesinden çıkmamak kaydıyla kendisine bir iki avuç fındık fıstık atılacak, olmadı, buna ilaveten bir iki muz da verilip sakinleştirilecek bir yaratıktır. Tabiî ve de çok şükür bu hesap tutmaz. Çok şükür; zira, Kürdün maymunluğa fit olması, Kürtlerden çok Kürt olmayanların iyicene sürüngenleşmesine zemin hazırlayacaktır.

İşte, tam bu noktada KCK operasyonları devreye sokulur: Binlerce silahsız insan zindanlara atılır, dışarıda kalanlar ürksün, yılsın ve kurtuluşu AKP’ye biat etmekte arar hâle gelsinler diye. Neyse, bu numara da hiç mi hiç tutmaz. Ama, bizimkiler ‘Neo-Osmanlı’ ya, onlarda da oyun tükenmez: Bir yandan cambazhane kadrosunu ‘misafir sanatçı’larla takviye etmek üzere yeni transferler peşine düşülüp ‘dış’ temaslar yoğunlaştırılırken, Hizbullah terörünün duayenleri de ortadan kaybedilip, yeni görev yerlerine sağ salim ulaştırılırlar; öncelikle, başbakanın ‘şaibeli’ ilân ettiği oyları seçimlerde bertaraf etmek; AKP hayırlısıyla  yeniden iktidar olup ‘gençleri silahlandırma yasası’nı hele bir çıkartsın, işte ondan sonra da ‘ileri demokrasi muhafızları’nı örgütleyip eğitmek üzere. Bir de, kuruluş aşamasındaki bütün faşist rejimlerin de en vaz geçilmezi olan bir oyun vardır; o da ihmal edilmez: ‘İleri demokrat’ AKP’nin başlattığı ‘barış süreci’ni sabote etmek isteyen ‘eli kanlı terör örgütü’ne birkaç suikastçı da monte edilecektir; tutuklu teğmenin telefonuna adres eklerken olduğu gibi, yani ‘sehven’ ve de hedefleri iktidarın ‘besili güvercin’leri olmak üzere.

Seçimler yaklaşırken, hangi kökten, inançtan, görüşten olursa olsun, huzurlu bir ülkenin eşit derecede özgür yurttaşları olarak yaşamak isteyen herkesin acilen yapması gereken tek  şey vardır: Darbe ürünü mevcut rejimin en stratejik manivelası durumundaki yüzde onluk seçim barajının tümden kaldırılmasını sağlamak üzere ortak bir seferberlik başlatmak.