Cumartesi sabah saat 6.30. İlk yazın iç ürperten serinliği Muğla otogarında koyu bir kahve gibi açıyor uykumu. Sıcak bir çorba arıyor gözlerim....

Cumartesi sabah saat 6.30. İlk yazın iç ürperten serinliği Muğla otogarında koyu bir kahve gibi açıyor uykumu. Sıcak bir çorba arıyor gözlerim.

Derken, Trabzonlu Osman uykusuz gecenin sabahında gözlerinin içi gülerek karşılıyor, ”hoş geldin” diyor.

Sıcak bir çorba gibi ısıtıyor içimi.

Biraz sonra Hasan da katılıyor bize. Tipik bir öğrenci evinde, mutfakta çayın tıkırtısı koyu bir sohbete dalıyoruz. Çayın ve sohbetin demlendiği anda taa Artvin’den kopup Muğla’ya işletme okumaya gelen gocuman yürekli Özge ve arkadaşları da katılıyor bizlere.

Kahvaltıyı restore edilmiş eski bir Muğla konağının bahçesinde yapacağımızı söylüyorlar. Yol boyu BirGün Gazetesi Okur Toplantısını duyuran küçük ilanlar ilişiyor gözüme.

Bütün BirGün gazetelerinin içerisine bu duyuruları nasıl koyduklarını anlatıyor Osman:

“Gece yarısı üçte gazete dağıtıcısındaydık.

‘Ben Birgün’ün Ege sorumlusuyum’ dedim.

İnanmaz gözlerle baktı adam ama bir şey demedi.

Biz de bütün gazetelerin arasına duyuruları koyuverdik.”

 

Ve ısınmaya çalışan bir Muğla sabahında yaş ortalaması yirmi olan sekiz BirGün okuru ile neşeli bir kahvaltı yaptık. Saat 13’e geldiğinde yüz civarında BirGün okuru polis aramasından geçerek salona alındı. Oldukça verimli geçen bir saatlik söyleşiden sonra toplantının ikinci bölümünde çekim yapan kameralardan birinin polis kamerası, içeride de sivil polislerin olduğunu görünce dışarı çıkmalarını istedik. Onlar çıkmamakta ısrarcı olunca BirGün okur söyleşisini öğretmenevi bahçesine taşıdık ve orada söyleşiye devam ettik. Doğrusu aynı masa etrafında çay ve simit eşliğinde çok daha samimi ve sıcak bir söyleşi oldu. Çevre ilçelerden gelenleri yolcu ettikten sonra gençler ile sohbeti gece otobüs saatime kadar sürdürdük. Hep birlikte hazırladıkları yemek masasında bir yandan siyasi gelişmeler tartışılırken diğer yandan kulaklar maçlardan gelen haberlerde idi. Galatasaraylılar sevindi, Fenerbahçeliler üzüldü. Günün yorgunluğu masada bırakırken diğer yandan da “en iyi yemek kısık ateşte pişer” söyleminden yola çıkarak devrim de kısık ateşin üzerinde pişmeye bırakıldı.

 

Onlar kumsala inmiş ay ışında türkülerini söylerken ben Ankara’ya doğru yol alıyordum.

Güzel bir mayıs günü sona ermekteydi. Fakat nedense içimde bir mayıs sıkıntısı vardı.

“Kimse bize baharın sıkıntı verdiğini söylememişti. Öyle kolay bir alışkanlıktı ki baharla yaşam sevincini,umudu bir tutuvermek…Tıpkı sonbahar denince aklımıza hüznün düşüvermesi gibi. Ve buna benzer ne çok şeyi hazır kalıplar içinde düşünüp, başka şeylerle özdeşleştirerek çabucak kabul ediveriyorduk.”

 

Ankara’ya doğru başımı yasladığım otobüs koltuğunda Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı’ndaki bu sözleri uykuyu gözlerimden kovalıyordu. Bir yanda Baykal ile Erdoğan’ın rol aldığı Disneyland rejimi, bir yanda sürmekte olan sendika ve meslek odalarındaki genel kurullarda güneşli havada gölgesiz gezenler, bir yanda gündelik sorunların çelmeleyici gücü karşısında biçare dolaşanlar ve bir yanda kızımın zirzop kedisi Masal’ın merakını solda sıfır bırakan bir merakla, umut ve heyecanla geleceğini isteyen, istemekten öte mücadele eden pırıl pırıl gençler…

 

O gençler ki hayalini gerçekleştirmek için yumurtayı kırk gün cebinde taşıyan dünün çocukları.

Onlar ki, 1 Mayıs mitinglerinde Şener Şen’in Züğürt Ağası gibi domates satmayı reddedenler.

Onlar ki, yürüyen bant solcusu olmayı reddedip siyasetin patikalarında ter dökenler.

Onlar yaşayan bir aşkın çocukları

ve onlarla yürüyoruz hazirana doğru

mayıs sıkıntısını da ha attık, ha atıyoruz...