"AB müzakere sürecini müc

"AB müzakere sürecini mücadele sürecine çevirmek" önümüzdeki dönem sol muhalefetin önünü açacak anahtar slogan olabilir. Ulusalcı bir çizgiden medet ummayanlar, bir türlü enternasyonalizm iddiası taşıyanlar, "bu süreçte müttefikin kim?" sorusuna da net bir cevap vermek zorundalar. Ne yazık ki soyut bir emperyalizm karşıtlığı, emekten yana ideoloji sınırını aşamayan bir duruş, tartışmaların dışında kalmayı engelleyemeyecek.
"Sosyal bir Avrupa" kavgasının bir parçası olmak ise, hem AB'nin iç devinimini izlemeyi, hem de oradaki sosyal ve politik taleplerle dayanışma sergilemeyi zorunlu kılıyor. Türkiye'nin AB sürecine müdahil olma iddiası ancak böyle bir perspektifle anlam kazanır.
AB Komisyonu'nun eski Maocu başkanı Jose Manuel Barroso, geçtiğimiz haftalarda AB'nin beş yıllık gündemini ilan etti. "Avrupa 2010: Avrupa'nın Yenilenmesi İçin Ortaklık" başlıklı rapor, önceliği büyümeye veriyor. Bunun gerçekleşmesini de "sermaye dostu" bir iş ortamı yaratacak "karşı reformlara" bağlıyor. Nitekim Avrupa Sosyalistleri partisi başkanı Danimarka eski başbakanı Rasmussen, Barroso'yu "yeni-muhafazakar ekonomik gündemin takipçisi" olarak niteledi.
Barroso'ya göre, AB'yi küresel rekabette öne geçirmeyi amaçlayan Lizbon stratejisi "Mc Donalds işleri" değil, kaliteli istihdam yaratacak. Bunun için de emek piyasaları esnekleştirilmeli. Almanya'nın işten çıkarmayı kolaylaştıran son düzenlemelerini bu kapsamda düşünmek gerek. Bilindiği gibi, Ocak ayında Almanya'da işsiz sayısı 50 yıldan beri ilk kez 5 milyon sınırını aştı. Sermaye çevreleri bu "reformların" emek maliyetlerini aşağı çekerek, emek piyasası katılıklarını gidererek, büyümeye ivme kazandıracağı tezini işleyip, sosyal demokrat hükümeti iyice geriletiyor. Ama böyle bir ortamda "Avrupa sosyal modelinin" sürdüğünü söylemek iyice zorlaşıyor.
Yıllardır IMF rotasında tüm ilgili zevatı, bu arada Avrupa Direktörü Michael Deppler'i yakından tanıdık. Bu isme pek de aşina olmayan AB yurttaşları, geçen hafta Deppler'in sert uyarılarıyla irkildiler. F.Times'taki makalesinde Deppler, Avrupa'da daha sıkı mali disiplin istiyordu. Bu da haliyle sosyal programların iğdiş edilmesi, ücretlerin düşürülmesi anlamını taşıyor. Kısaca Barroso ve Deppler'in reçeteleri örtüşüyor. Nitekim neo-liberal zihniyetin yansımaları, sadece Almanya'da değil, Fransa'da da "35 saat çalışma haftasının" sulandırılması girişimiyle kendini gösteriyor.
Fransa deyip geçmemek gerek. Eğer bugün Avrupa'da bir sosyal direniş dalgasından söz edebiliyorsa, savaş karşıtı muhalefet yer yer milyonlarca kişiyi seferber edebiliyorsa, bunda ilk kıvılcımı çakan 1995 Fransız kamu sektörü grevinin payı azımsanamaz. Zaten 1999'da çalışma haftasının 39 saatten 35'e indirilmesi hakkı da bu kararlılığın bir sonucu olarak alınmıştı.
Zaman içerisinde 35 saat uygulamasıyla, yaygın kanıya göre 400 bin istihdam yaratıldı. Özellikle AB genişlemesinin Avrupa sermayesine istediği ülkeye zahmetsizce akabilme, yeni katılan ülkelerin ucuz işgücünden, düşük vergi oranlarından sebeplenme olanağı tanıması, emek karşısındaki pazarlık gücünü de arttırdı. Emeğin kazanımlarını geri alma cüretini tetikledi. Örneğin Bosch'un, Lyon'daki fabrikasını Çek Cumhuriyeti'ne taşıma tehdidi işçilere geri adım attırdı, çalışma saatleri uzatıldı.
Uzun mücadelelerle kazanılan hakları geri almak haliyle kolay olmuyor. Cumhurbaşkanı Chirac bile, 35 saat çalışma haftasının bir hak haline geldiğini kabul ediyor. O'na göre, yapılan sadece arzu edene 35 saatin üzerine çıkabilme esnekliği tanımak. Ama bu fiilen işverenin özel sektör çalışanlarını 35 saatten fazla çalışmaya zorlaması anlamına gelecek. Nitekim şimdiden yüzbinler protesto gösterileri için sokakları doldurmaya başladı. Yeni bir direniş dalgası Fransa'dan Avrupa'yı sararsa kimse şaşırmasın.
35 saat hem mevcut işlerin daha geniş bir emekçi kitlesi tarafından paylaşılması açısından önemli, hem de üretim sürecinde kendi emeğine yabancılaşanların, daha fazla boş zamana sahip olmaları, kendi belirledikleri bireysel ve kolektif etkinliklere katılabilmeleri açısından.
Şunu da unutmayalım: 35 saat talebini yükseltmek, özgürlükçü sosyalistler açısından üretim sürecinde "söz yetki karar" sahibi olma ısrarını; çalışmanın kişinin kendini geliştirdiği, gerçekleştirdiği bir tarzda tasarlanabileceği iddiasını ortadan kaldırmıyor.