Son 5 yıldır siyasete ve gazetelere (ki başta Taraf) sirayet eden tartışmaları şöyle görmek gerekiyor; 90’sonrasında özellikle akademide

Son 5 yıldır siyasete ve gazetelere (ki başta Taraf) sirayet eden tartışmaları şöyle görmek gerekiyor; 90’sonrasında özellikle akademide uç vermiş, hatta egemenlik kurmuş çalışma alanları: milliyetçilik, ulus-devlet ve modernite (Toplum Mühendisliği) eleştirisi; kültürel çalışmalardı. Bu binlerce sayfalık doktora tezleri de dahil bir yekûn tuttu. Kitaplarda ve üç aylık hakemli dergilerde görünen bu söylem 2000’lere geldiğinde siyasetçiler tarafından da kullanılmaya başlanmıştı. Örneğin Recai Kutan bile ‘Toplum Mühendisliği’ kavramından bahseder olmuştu. Ya da Sami Selçuk’un bol Foucault’lu, Adorno’lu açılış konuşmaları; ya da Genelkurmay Başkanı’nın Habermas dipnotlu açıklamaları gibi… Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor: modernite eleştirisinin ciddi bir entelektüel sıçrama yarattığı sağ-muhafazakâr akademisyenlerin danışmanlıkta dahil siyasetin içine dahil olmasıydı. Ahmet Davutoğlu örneği gibi…
Türkiye’de kendini despot devlet-liberal demokrat ikiliği üzerinden (AKP’ye misyon da biçen) tanımlayan kesimler için özellikle ulus devlet ve milliyetçilik eleştirisi önemli bir cephanelik oluşturuyordu; ama önemli bir farkla… Literatürde milliyetçiliğin estetik, ideoloji ve “hayal” üzerinden inşa edilmesi sürecini ifşa eden Benedic Anderson’un ‘Hayali Cemaatlar’ ve Eric Hobsbawm’ın çığır açıcı ‘İcat Edilmiş Gelenek’ kitapları bu ikilik için fazlasıyla kullanılacaktır. Ama önemli bir farkla; her iki yazar da Marksist ve bütün çözümlemelerini sermaye-sınıf-devlet analizleri üzerine oturtan; ve liberal ideolojinin kurgularına acımasız eleştiriler yönelten bir konumdan konuşuyorlardı. İşte liberal demokrat hatta sol liberal kesimin devlet-bürokrasi eleştirisinde görmedikleri, cımbızladıkları en can alıcı nokta buydu. Bu otomatik modernizm, devlet ve ulus eleştirisini gazeteciliğe ilk tahvil edenlerden biri Etyen Mahçupyan oldu; sonra da arkası geldi zaten.
Bunları niye mi yazıyorum? Çünkü benim ‘Normatif Demokratlık’ dediğim, lafzi, sadece kendini cımbızlanmış doğru da olan kavramlarla ifade eden bir anlayışın çatırdamaya başladığını anlatmak için denilebilir.  Bugünlerde Nuray Mert’in ‘Sivil Vesayet-İstibdat’ kavramı üzerinden sert bir tartışma dönüyor.  Tartışmanın başlangıç noktası Doç. Dr. Nuray Mert’in 17 Kasım 2009’da Radikal’deki köşe yazısında ‘Sivil istibdat’ı ele almasıydı. Mert “Bizim istibdat rejimimiz Armani mi, başka marka mı giyiyor bilemem, ama üniformasız bir istibdada doğru tam gaz gittiğimize hiç şüphe yok” diyordu. Bu yorumlardan sonra birden daha düne kadar Mert’i destekleyen bazıları türbanlı (ki onları her zaman desteklemişti) yazarlar ona en sert eleştirileri yöneltmeye, akıl vermeye başladılar,
Mert, yukarıda değindiğimiz referansları yakından bilen biri. Normatif Demokratlığın sınırlarının da farkında. Aslında çubuğu Armani elbiseye bükmesi, despot devlet-darbeci bürokrasi ve liberal demokratlık ikiliğinin var olan iktidarı nasıl meşrulaştırdığının açıkça söylemesiydi. Kısacası Mert, neredeyse bir Ergenekoncu ilan edilmedi. Kendilerine despot devlet-kokuşmuş darbeci bürokrasi üzerinden tatlı payandalar kuran ‘demokrat’ yazarlar korosu birden ürküvermişti. Çünkü bu eleştiri dışarıdan değil, çoğu zaman görüşlerini paylaşmaktan memnun oldukları bir yazardan gelivermişti. Evet, Nuray Mert Armani simgesiyle sınıf ve iktidarı da dahil ediverdi. Şimdi ise beklediğimiz bunun ne kadar derinleşeceği…