Voltaire’in adı kadar ünlü romanında Candide, depremde iyi insanların ölümüne tanık olunca, arkadaşının sözlerine hak verir: “Eğer hayatın bir amacı varsa...

Voltaire’in adı kadar ünlü romanında Candide, depremde iyi insanların ölümüne tanık olunca, arkadaşının sözlerine hak verir: “Eğer hayatın bir amacı varsa, bizi delirtmektir bu.” 1755 yılındaki Lizbon depreminin etkilediği tek düşünür değildi Voltaire. Öyle bir yıkımdı ki, yüz bine yakın kişi ölmüş, Lizbon’un büyük kısmı yerle bir olmuş, kıyı şeridi yarım saat sonra gelen tsunami ile tümüyle silinmiş ve yüksek yerler ise başlayan yangınlarla küle dönmüştü. Ülkenin bütün arşivinin ve on binlerce değerli kitabın bulunduğu binalar dahil, bir ülkenin ve bir çağın tarihi silinmiş, yaklaşık beş dakika süren 9 şiddetindeki depremde şehir nüfusunun üçte biri yok olmuştu (Bu oranı bugünkü İstanbul için düşünme fikri bile ürkütücüdür).

Depremin ülkedeki tarihi etkisi, on sekizinci yüzyıldaki sömürge politikalarını sekteye uğratmasıydı, ama asıl sonuçları Avrupa genelindeki Aydınlanma Felsefesi üzerinde ortaya çıktı. Hıristiyanların kutsal “Azizler Günü”nde ve Lizbon gibi o dönem Avrupa’nın incisi olan bir kentte bütün büyük kiliseler yerle bir olunca, insanların yaşadığı ıstırabın yankıları kısa sürede bütün kıtaya yayılmış ve “Eğer bir Tanrı varsa, bu kötülüklere neden izin veriyor?” sorusu düşünürlerin tartışmalarında öne çıkmıştı.

Dindar kişiler, Tanrı’nın günahlarımız karşısında bir gazabı ve uyarısı olduğunu söylüyordu bunun. Başkalarıysa, eğer mesele günahlara karşı toplu bir cezaysa, Lizbon’dan önce neden Paris veya Londra’nın seçilmediğini soruyordu. Ama gündeme oturan, artık ünü tükenmeye yüz tutmuş Leibniz’in yaklaşık elli yıl önce yazdığı Teodise adlı kitap oldu. Tıpkı Huntingdon’ın 1993’te formüle ettiği “Uygarlıklar Çatışması” teorisinin, sekiz yıl sonraki 11 Eylül olaylarının ardından yer bulması gibi.

Leibniz, “mümkün dünyaların en iyisinde yaşıyoruz” diyordu. İmamı Gazali de buna benzer şeyler söylemişti. Yani, Tanrı’nın yaratabileceği en iyi alemdi bu. “Daha iyisi mümkündü ama Tanrı yaratmadı” demek, Tanrı’nın gücünü sınırlamak ve ona kötülük atfetmek olurdu. Ama Lizbon depreminden sonra bir entellektüel şok yaşanmıştı. Avrupa’da din egemenliğine karşı birikmiş olan Aydınlanma düşüncesi Tanrı’yı sorguladı ve Leibniz’in “teodise” anlayışını hedef aldı. Kiliseye vurulan ideolojik darbeydi bu Fransız Devrimi’nden önce. Bizdeki laiklik sürecinin önemli farklarından biri burada görülür. Türkiye laikliği, dinle çatışmadı, fikri düzeyde onunla cebelleşmeye gerek görmedi. Aydınlanma; varolan kurumlara, geleneklere ve düşüncelere karşı eleştirel fikirlerin geliştirilmesiydi. İdeolojik gücü, kiliseyle çatışmasında açığa çıkmıştı. Cumhuriyet, daha doğrusu onun aydınları ise Aydınlanma’nın kurumlara karşı olan kısmını benimsedi ama geleneklerin önemli bir kaynağı olan dinin kendisiyle açık bir tartışmaya girmedi. Sadece Osmanlı’daki dinsel otoritenin yorgunluğunu fırsat bilerek, kendi sınırları içine almaya çalıştı. Onun aşılmasını, zamana bırakırken, şimdilik yeni toplum düzeninde aynı dine hem de resmi biçimde başvurdu. Bugün buna, bir açıdan “devletçi laiklik” demek mümkün olduğu kadar, “dinsel laiklik” demek de mümkün. Çünkü bu sistemde din her zaman bir iktidar aracı olarak var olmuş, ve devletle olan dinamik ilişkisinden beslenebilmiştir. Hal böyle olunca, bizdeki laiklik uygulamasıyla Fransa laikliğinin aynı olduğunu söylemek fazlasıyla basitleştirici ve bizdeki gerçeği anlamayı zorlaştıran bir iddia olarak kalır.

Kaba bir benzetmeyle, Lizbon depreminin, akılcı düşüncenin gücünü arttırması gibi, benzer bir felaketin bizde de aynı etkiyi gösterebileceğini söylemek anlamsız olurdu. Böyle olmadığı zaten 17 Ağustos’taki Marmara depreminden sonra muhafazakârlığın ve gericiliğin daha makbul hale gelmesiyle görüldü. Benzer sonuçlar doksanlı yıllar boyunca sarsıcı değişik olgularda yaşandı: 1993’te Sivas’taki katliamdan sonra, tuhaf biçimde, dinci Refah Partisi yerel seçimlerde patlama yapabildi. Yine Susurluk olayında devlet içindeki çetelerin ve faşist katillerin icraatları ortalığa serildikten sonraki seçimlerde MHP oy patlaması gerçekleştirerek iktidar ortağı olmuştu. Buradan çıkarılacak ilk sonuç, herhalde, genel siyasi ve sosyal gidişatın, tek tek olaylardan daha belirleyici olduğudur. Lizbon depreminden sonra, eleştirel akla dayanan fikirlerin öne çıkması da sadece bu felaketin kendisinden kaynaklanmıyor, birikmekte olan düşünce gücü bu olay aracılığıyla kendisini daha etkili ifade etme olanağı buluyordu.

Teodise, “Tanrı vardır ve iyidir, kötülüklerin olması Tanrı düşüncesiyle çelişmez” anlamına gelen bir ifadeydi. Buna bağlı olarak geliştirilen “bundan daha iyi bir dünya mümkün olamazdı” fikrine en açık tepki Voltaire’den gelmişti. Candide adlı romanında, dünyadaki kötülüklerin anlamsızlığına dikkat çekmiş ve kitaptaki Dr Pangloss karakteriyle Leibniz’i hicvetmişti. Bu romanda bize kalan en güzel sözlerden biri kitabın sonundadır. Yolu İstanbul’a düşen Candide’in konuştuğu bir bahçıvan, “Bahçemizi yeşertelim.” demişti. Bize düşen de herhalde kendi bahçemizi yeşertmeyi bilmektir bugün.