“Ben sana sayın diyorum, sen demiyorum”. Bu, başbakanın sözü, Deniz Baykal’a hitaben.

“Ben sana sayın diyorum, sen demiyorum”. Bu, başbakanın sözü, Deniz Baykal’a hitaben. Yapmadığını söylediği şeyi, yapmadığını söylerken yapıyor; yapılmasını istemediği şeyi, bu isteğini dile getirirken yapıyor.

Başbakanın konuşmalarında ‘şerefsiz, ahlaksız,alçak, seviyesiz, edepsiz’den geçilmiyor ve karşısındakilerden seviyeli olmalarını bu sözcükleri kullanarak talep ediyor. Ve insanlar da pek bir sesini çıkartamıyor; zira, elinde güç var ve başbakanlığı ‘istediğini asma, istediğini kesme’ mevkii olarak görüyor. Kendisine karşı tavır alanları Silivri’ye göndermekle tehdit ediyor; kendisine yolsuzluk ithamında bulunmuş birisinin şimdi nasıl Ergenekon’dan yargılandığını iftiharla örnek göstererek: Kendi kendisini savcısı olarak ilan ettiği Ergenekon davası, meşrûluğunu biraz daha yitirmiş oluyor.

Wikileaks’teki iddialar asılsız, söylenti-dedikodu diyor; ama kendisi de, kendi tabiriyle ‘Ergenekon savcısıve KCK iddianameleri de öyle: Gizli tanık ifade ve ihbarları; telefon konuşmalarından yorum yoluyla çıkartılmış ‘çete’ ilişkileri vb…. Varlığı henüz ortaya çıkartılıp ispatlanmamış, dolayısıyla da muhayyel bir ‘terör örgütü’ne üyelikten yüzlerce insan yüzlerce gündür, aylardır, yıllardır yargısız infaza tâbi tutuluyor. “Yetmez, ama evet” meşreplilerin en sureti haktan görünenleri, yani hafifçe de olsa utanmayı hâlâ bilenleri “uzun süreli tutukluluk haksızlık ama, eskiden beri var; benim de bir müvekkilim 8 yıl yattıydı, hükümsüz” kabilinden laflar ediyorlar, 14 yıldır tutuklu olan Şahap Doğan ve Ercüment Yıldız’ı örnek gösteriyorlar, bu 14 yılın 8’inin AKP iktidarı altında geçtiğini es geçerek. Ancak bu meşrep mensuplarının ipini hepten koparmış, her otlaktan nemalanıp iyicene semirmiş cazgırları da var ki, onlar işi “kendileri farkında olmadan Ergenekon üyesi olanlar var” demeye kadar götürüyorlar. Tosuncuk, adeta  -daha doğrusu, tıpa tıp-  Engizisyon savcısı; zira, iddiası aynen şu: “Adamın ruhunu Şeytan zaptetmiş; tamam, bundan sorumlu olan kendisi değil, ama fiilen Şeytan’ın ajanı, o yüzden de katledilmeli”.

Allah, adamı bir kere kendi kendisini savcı gibi görmeye başlatmaya görsün, artık dur durak bilmez, Pınar Selek’in bombacılığını, bu arada sosyolog da olmadığını iddia etme haddini bilmezliğini de gösterir; savcı ‘müddei’, yani ‘iddia eden’ anlamına geliyor ya… Neyse ben savcı falan değilim, ama sosyoloğum ve öyle herkesin sosyoloji adına bol ağızdan genirmesine izin vermem. Sosyoloji,  “la société, c’est le travail”(Saint-Simon; bize öğreten, Doğan Ergun), “toplum emektir, çalışmadır, iştir” tespitiyle başlar ve de adam zihnen çatlak ya da ahlaken yamuk değil ise “öyleyse, toplumsal gidişat içindeki en üstün değer ve nihaî ölçüt de yine emek olmalıdır” yolundaki şiar ve çabayla, yani sosyalizmle devam eder: Cemil Meriç, kitabına ‘Saint-Simon: İlk Sosyolog-İlk Sosyalist’ adını koyarken afakî bir yakıştırmada bulunuyor değildir.

Türkiye, bugün tam bir terör rejimi içinde yaşamaktadır: Daha evvelsi gün Sincan savcısı ve iki arkadaşının konakladığı oteli bastılar; fuhuş ve uyuşturucu iddiasıyla, dün de Haberal’ın yattığı hastaneyi. Türkan Saylan ve İlhan Selçuk baskınlarının da, acemice hoyratlıklar değil, uzun erimli bir yıldırıp sindirme operasyonunun safhaları olduğu artık iyice ortaya çıkmış durumda. Hakeza Hrant Dink cinayeti de adım adım polis gözetiminde gerçekleşti ve soruşturmanın önünü kesen, MİTçilerin sorgulanmasına izin vermeyen, bizzat başbakan. RTÜK habire Doğan grubuna cezalar kesiyor, tabiî maliyeyle birlikte, diğerlerine göz dağı olsun diye. Koca koca insanlar, akdemisyeni, gazetecisi, işadamı, yazarı, konuşmanın normal akışı içinde önce “Akep…” der gibi olup, ardından hemen düzeltmek zorunda kalıyorlar ‘AK Parti’ diye; bütün dil kurallarına aykırı bir keyfîliğin şerrinden kurtulmak üzere ve başbakan hakaret ediyor ‘edepsiz’ diye, “isim tektir, kısası uzunu olmaz, kısaltmalar da baş harfler temelinde yapılıp tüzükle yönetmelikle tespit edilemez”i bilecek kadar kültür, bunda direnecek kadar da haysiyet sahibi olan insanlara. Bütün bunlar ise bana Roma İmparatoru Caligula’yı hatırlatıyor: O da, en sevdiği atı Konsül edip, başta senatörler, bütün devlet ileri gelenleri tarafından selamlanmasını zorunlu kılmış.

Başbakan, insanların köpeklerine verdikleri addan, bayramlarını nasıl kutlayacaklarına kadar her şeye karışmaya kalkıyor; devamcısı ya da ‘neo’su oldukları iddiasıyla ortalıkta dolaşmayı pek sevdikleri Osmanlı’da zenciye, yani kara derili insana da Arap denilip, oruç ayının bitiminin ise Şeker Bayramı olarak, hem de tatlı likörlerle kutlandığını bilmeksizin. Bu arada rakı şarap yerine üzüm tavsiye edip sigara tiryakilerini etraflarına ölüm saçan eşkıya olarak hedef hâline getirmeyi denemekten de kaçınmıyor. “Devlet terörünün temeli, idarenin keyfîliğidir”i doğrulamak üzere de, sigara içme cezalarını ve bir tek onu, getirilen vergi/ceza af paketi dışında tutuyor ve bunu bizim sağlığımız için yaptığına gerçekten inanıyorsa bile, sigara/tiryaki düşmanlığında kendisiyle yarıştığı en ünlü kişinin, tarihte insan sağlığına en fazla zarar vermiş olan Hitler olduğunu, sigara bıraktırma kampanyaları düzenleme konusunda tarihin gördüğü en başarılı girişimci Jim Vixx’in de ‘sağlıklı yaşam koşusu’ gösterisi yaparken  -hem de daha 54 yaşında-  öldüğünü muhtemelen bilmiyor. Maliye Bakanı ise, alkollü içeceklere getirdikleri fahiş vergi zammını bizlerin sağlığını düşünmekle açıklarken, “mevzu-u bahs olan insan sağlığıysa” üyesi olduğu hükümeti de her Türk vatandaşına her gün iki bardak kırmızı şarap dağıtma yükümlülüğü altına soktuğunun farkına varmıyor: Müthiş sigara tüketicisi olmalarına rağmen, yer yüzünde en uzun yaşayan halklardan biri de olan Fransızlar, bunu kırmızı şaraba borçlular ve de bu, ilmen sabit.

Neyse, Haydarpaşa Garı’nı yaktık; sıra şimdi Selimiye Kışlası’nda; tabiî nihaî hedefimiz bâkî kalmak üzere: Taksim’in göbeğine camiyi dikip, Anıt-Kabir’in yerine de Dubai usulü dev bir alış-veriş merkezi kurmak; ortakları Arap veya İsrailli, fark etmez; ama, açılışa mutlaka ve mutlaka El Beşir’i de çağırmak şartıyla.