Filmin atlamalı, sıçramalı yapısı bir açık büfede yemek yemeğe benziyor. Arada ağzınıza lezzetli şeyler giriyor ama sonuç olarak...

Uzun sürmüş bir ergenlik
Filmin atlamalı, sıçramalı yapısı bir açık büfede yemek yemeğe benziyor. Arada ağzınıza lezzetli şeyler giriyor ama sonuç olarak ne yediğinizi anlamıyorsunuz...


Aşkın (500) Günü, ergenlikten tam çıkamamış, hayattaki konumunu oturtamamış bir erkeğin, âşık olduğu fakat kendisini terk eden bir kadından intikam almak için yaptığı bir film. Bunu film daha en başında ifşa ediyor. Bir yazıyla açılıyor film ve şuna benzer şeyler okuyoruz: “Bu filmdeki karakterler tamamen kurgusaldır ve gerçek hayattaki kişilerle benzerlikleri tamamen tesadüfîdir. Özellikle de seninle Mary Jane (ismi hatırlamadığım için atıyorum). Seni gidi kaltak, seni!”
Genç kadınlar babaları gibi, olgun bir erkekle karşılaşmayı bekler. Genç  erkekler ise, galiba biraz anne kucağının muadili peşinde. Filmin genç kadını, kendisine cesaretle yaklaşan olgun erkeğini bulana kadar, ergenlikten çıkamamış gencimizle idare ediyor. İlişkinin adını hiçbir zaman ‘sevgililik’ olarak resmileştirmiyor. Ve aradığı erkeğe rastladığında da çekip gidiyor. Genç  erkek artık asıl mesleğine sahip çıkma gereğini bundan sonra hissediyor. Bu ilişki onun olgunlaşmasının yolunu açıyor ama gerçek hayatta alamadığı intikamını bize bir sanat ürünü olarak sunuyor.


THERE IS A LIGHT THAT NEVER GOES OUT
Tom (Joseph Gordon-Levitt), mimarlık eğitimi almış ama kapasitesinin çok daha altında bir işte çalışıyor. Yaptığı iş, aptal Amerikan posta kartlarına aptal metinler yazmak. Bizde de yaygınlaşmaya başladı ama gördüğüm kadarıyla ABD’de nerdeyse üzerinde bir şey yazmayan bir kart bulmak imkânsızdır. Ne demek istiyorsanız, birileri sizin için onu yazmıştır: ‘Doğum günün kutlu olsun’ tarzında. Tom’un mimarlık yapmak yerine bu işi yapması anlamlı. Kendisini iddialı bir konumda görmeyi hayal edemiyor. Henüz kum havuzundan ayrılmaya cesareti yok. (Sahi, ben film yapmak ya da okuduğum meslekte devam etmek yerine neden film eleştirisi yazıyorum acaba?)
Ve bir gün Tom’un ofisine Summer (Zooey Deschanel) adlı pek alımlı bir kız geliyor. Tom derhal vuruluyor ama ilgisini belli etmeye çekiniyor. Ama bir gün asansörde Tom’un kulaklıklarından taşan şarkı (The Smiths’in ‘There is a light that never goes down’ı) Summer’ın dikkatini çekince, Tom benzer zevklere sahip olduğunu düşündüğü Summer’a daha tutkuyla bağlanıyor. Bu şarkının sözleri de mühimdir. Şarkıdaki özne, şarkıcı erkek olsa da pasif konumdadır. Sevgilisinin onu arabasıyla gezdirmesini, hatta onunla birlikte ölmeyi hayal eder. Şarkıdaki erkek sanki kızdır ve kız da erkektir (tabii eşcinsel bir ilişki de söz konusu olabilir). Tom’un pasifliği, olaya Summer’ın el koymayısıyla sonuçlanır. Summer nihayetinde Tom’u yatağa atar, tersi değil.
Film zaman içinde atlaya sıçraya ikilinin inişli çıkışlı ilişkisini, Tom’un gözünden anlatıyor. Summer’ın gerçekten ne hissettiğini pek anlamıyor ve anlatamıyor da. Tabii, bir şeyler biliyoruz. Summer’ın ilişkiye yoğun bir yatırım yapmadığını, başka biri çıkana kadar iyi vakit geçirmeye çalıştığını falan. Ama Summer’a karşı biraz acımasız geliyor yine de bana bu hikâye. Ama bir intikam hikâyesinden de başka bir şey beklememeli.  Filmin atlamalı, sıçramalı yapısı bir açık büfede yemek yemeğe benziyor. Arada ağzınıza lezzetli şeyler giriyor ama sonuç olarak ne yediğinizi anlamıyorsunuz ya da daha doğrusu tatmin olmuyorsunuz. Bir ondan bir bundan tadayım derken yemeğin keyfi kaçıyor. Tabii bu benim fikrim, yoksa film şimdiden kült statüsüne erişti. Kadınlardan kazık yemiş bir sürü genç erkeğin duygularına hitap ettiğine göre bunda şaşacak bir şey yok. Aslında bu filmle en çok benim özdeşleşmem gerektiğini ama belki de kendimi koruduğumu söylüyor içimden bir ses. Hem The Smiths’i ve sözü edilen şarkısını çok severim, hem de filmde bolca tartışılan Beatles’ın Octopus’s Garden (Ahtapotun Bahçesi) şarkısının adını bir dönem Açık Radyo’da arkadaşlarımla yaptığım ve Cem Sorguç’un sürdürdüğü programa koymuşluğumuz var. O şarkı da ‘gölgede kalma’ isteğinden söz eder. Herrrr neyse…

***

Zaman Yolcusunun Karısı
Tıpkı ‘Karanlıktakiler’ filmi gibi, yaşanan travmalar genetik hastalıklar gibi bir kuşaktan diğerine aktarılıyor
‘Zaman Yolcusunun Karısı’ fantastik bir öykü anlatıyor ama filmde her şey olmasa da bir çok şey gerçekçi bir temel üzerinde anlamlandırılabilir, psikolojik durumların metaforu olarak görülebilir gibi geliyor bana. Filmin kahramanı Henry altı yaşındayken annesiyle birlikte büyük bir trafik kazası geçirir. Kaza sırasında annesi, Henry’ye dönüp bakarken gelmekte olan trajik sonunu göremez. Henry, annesinin ölümüyle sonuçlanan kazanın hemen ardından gelecekten gelen orta yaşlı kendisiyle karşılaşır. Yetişkin Henry, küçük Henry’yi sakinleştirmeye ve her şeyin iyi olacağına ikna etmeye çalışır.
Henry bu kazadan sonra zamanda yolculuk yapmaya başlar. Oysa film, bize Henry’nin bu garip halinin açıklamasını genetik bir bozukluk olarak sunacaktır sonra. Zamanda yolculuk genetik bir hastalıksa, Henry bu hastalığa doğuştan sahip değildir, oysa ilerde kızı daha bir fetüsken bu hastalığın etkilerini yaşamaya başlar. Yetişkin Henry daha sonra Clare ile tanışır. Bu tip filmlerde hep olduğu gibi olayları mantıksal bir yapıya oturtmak oldukça zor.
Henry Clare ile iki kez tanışır çünkü. Birinde genç bir kütüphaneci olan Henry yine genç bir kız olan Clare ile tanışırken diğerinde orta yaşlı bir Henry, küçük bir kız olan Clare ile tanışır. Her neyse Clare ile Henry evlenir ama Henry zaman içinde gidip gelmektedir. Her yolculuğunda kıyafetlerini geride bırakır ve vardığı yer ve zaman içinde çıplak olarak ortaya çıkar. Ve dolayısıyla da sapık olarak görülür. Henry’nin kayınpederi sağcı bir zengindir ve bu garip adamı belli ki pek de benimsemez. Henry ise Joan Baez benzeri bir folk şarkıcısının, bir 68 kuşağı temsilcisinin oğludur. Henry, annesinin ölümünden sonra toparlayamamış olan babasıyla da iyi ilişkiler içinde değildir. Clare, hamile kalır ama fetüsün de babanın ‘zaman yolculuğu’ bozukluğundan mustarip olduğu anlaşılır: Zamanda yolculuğa çıkan fetüs bu yüzden Clare’in düşük yapmasına neden olur. Nihayetinde yine de doğar ve babası gibi bir zaman yolcusu olur. Henry ise av düşkünü sağcı babası tarafından vurulacaktır.


SUÇLULUK DUYGUSUNU MEŞRULAŞTIRMAK
Zaman yolculuğunun filmde travma sonrası bozulan bir ruh halinin metaforu olduğunu düşünüyorum. Henry annesinin ölümünden kendisini suçlu bulmakta ve sürekli geri dönerek trajik kazayı önlemeye, rayından çıkan hayatını düzene koymaya çalışmakta ama başarılı olamamaktadır. Bu yüzden ‘şimdi ve burada’ olmayı başaramamaktadır. Henry’nin gelgitli ruh hali, zamanda yolculuğa tekabül ediyor. Henry, annesinin ölümünden kendisini suçlu bulduğu gibi, babasının da aynı suçlamayı kendisine yönelttiğini hayal etmektedir. Babası bir gün kendisini cezalandıracaktır. Öz babası olmasa da, kayınbabası öldürür Henry’yi nitekim. Tabii, bunu politik bir açıdan okumak da mümkün, yani 68’lilerin soyunun sağ dalga tarafından yok edilmesi olarak. Henry sadece babasının değil bütün dünyanın kendisini suçladığını düşünüyor aslında. Zaman yolculuklarından sonra kendisini çıplak olarak bulduğunda da insanlar tarafından suçlanıyor ve kovalanıyor. Henry zaten hırsızlık da yapıyor, giyecek bir şeyler bulmak için. Belki de suçluluk duygularını meşrulaştırmak için yapıyordur bu hırsızlıkları gerçek hayatında. Henry’nin kızının da aynı hastalıktan muzdarip olması, babası gibi zamanda yolculuk etmesi de bence ruh hastalıklarının da yeni kuşaklara aktarılmasını simgeliyor. Tıpkı, Çağan Irmak’ın ‘Karanlıktakiler’inde hastalıklı annenin hastalıklı bir oğul yetiştirmesi gibi. Yaşanan travmalar genetik hastalıklar gibi bir kuşaktan diğerine aktarılıyor.
‘Zaman Yolcusunun Karısı’ etkileyici ve melankolik bir atmosfer kurmayı başarıyor. Eric Bana ve Rachel McAdams, Henry ve Clare rollerinde gayet iyiler. Kısacası, kimi zaman metaforun fazla zorlanmasından muzdarip olsa da ‘Zaman Yolcusunun Karısı’ ilgiye değer bir film.

***
Uzak İhtimal
Aşk sarhoşluğu Yönetmeninin ve başrol oyuncusunun başarısına rağmen, senaryosunun zayıflığından dolayı kanımca vasatı aşamayan bir film Uzak İhtimal. Ankara’dan İstanbul’a gelen ve Galata’da bir lojmana yerleşen müezzin Musa, burada komşusu rahibe adayı Clara’yla karşılaşıyor ve ona âşık oluyor. Bir müezzinle, Hıristiyan bir rahibe adayının aşkı zaten baştan çok fazla tasarlanmış geliyor kulağa. Film bu zorluğu aşıyor ama başka sorunları var.
Musa, Nadir Sarıbacak’ın da çok başarılı oyunculuğuyla gayet inandırıcı bir tip olarak çiziliyor. Aşk karşısındaki şaşkınlığı, beceriksizliği ve tutukluğu çok iyi aktarılıyor. Fakat Clara, leyleğin uçarken yanlışlıkla İstanbul’a düşürdüğü biri gibi kalıyor. Hikâyesine ve karakterine ben kendi adıma nüfuz edemedim. Keza, Clara’nın babası ve Musa’nın hırsızlık yapan eski okul arkadaşı gibi tipler de bana ikna edici gelmedi. Her şeye rağmen yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun zayıf bir senaryodan çıkarılabilecek en iyi işi çıkarmış. Film ilk olarak Rotterdam’da, sonra İstanbul ve Adana film festivallerinde çok sayıda ödül aldı. Coşkun bir de daha güçlü bir senaryoyla çalışma fırsatı bulursa neler yapacağını merak etmemek elde değil.