Özellikle kriz sonrası dönemde Ergenekon sürecinin ve askerin vesayetinin de sorgulanması ile birlikte Türkiye’de ulus devlet...  

Özellikle kriz sonrası dönemde Ergenekon sürecinin ve askerin vesayetinin de sorgulanması ile birlikte Türkiye’de ulus devlet tartışması farklı bir noktaya evrildi. Liberal yazarların bazıları küreselleşme karşısında ekonomik ve siyasal anlamda korunma refleksi geliştiren ulus devlet formasyonunun daha içe kapanık, daha milliyetçi ve baskıcı bir hal aldığını öne sürerek toplumsal reflekslerin önceliğinin demokratikleşme, özgürlük ve birey hakkı olduğunu iddia ettiler.
Meseleye bizim dahil olacağımız yer burası. Küreselleşme olgusunun özellikle teknolojideki müthiş dönüşüm ile aldığı yeni formu ve Schumpeter’in yıkıcı yenilikçilik kavramının açtığı ve kapadığı yeni kapıları biliyoruz elbette. Ancak ulus devleti yıkıp yerine küreselleşmeye entegre olmayı önerirken gözden kaçan bazı noktalar var.
Birincisi, küreselleşmenin aldığı yeni formun sürükleyicisi gelişmiş ülkeler değil ulus ötesi şirketler. Bu şirketlerin temel amaçları hissedar memnuniyeti adı altında daha fazla kar olduğu için teknolojinin de kolaylaştırıcı eli ile bütün fonksiyonlarını artık haftalar bazında bir ülkeden bir ülkeye taşıyabiliyorlar. Bu durumun ülke ekonomilerinde yarattığı yıkımı görmek için çok uzağa değil, ülkemizdeki tekstil sektörünün durumuna bakmak yeterli. Ulusötesi şirketler değil diğer ülkeler, kendi ülkelerindeki istihdam, gelir dağılımı, açlık gibi konularla ilgilenmedikleri için ülke ekonomilerinin iskambil kağıtları gibi çöküşü sonucunda çareyi karsız operasyonları kapatmada, işçi çıkartmakta buluyorlar. Krizin sonunda ise batan şirketler devlet tarafından kurtarılmayı bekliyor ve krizin faturasını ödemek evde oturma pazara çık denen işsizler ordusuna düşüyor.
Ulus-devletin yıkılmasına dair ikinci itirazım ise küreselleşme arkasına saklanmış olan emperyalizmin yeni şeklinin gözardı edilmesi. Dünya Ticaret Örgütü’nün DOHA kalkınma turlarındaki temel başarısızlık Avrupa Birliği’nin kendi menfaatine uygun olarak ticaretin kolaylaştırılması, yatırım, hükümet harcamaları ve rekabet konularındaki baskıları ve gelişmekte olan ülkelerin buna direnci. Avrupa Birliği bu konularda az gelişmiş ülkeler üzerine müthiş bir baskı kurmak isterken kendi ortak tarım politikasından taviz vermekte bir o kadar isteksiz.
Üçüncü mesele ise ulus devlet tartışmalarını salt demokrasi, birey özgürlüğü alanına daraltırken sendikal haklar, gelir dağılımdaki bozukluk gibi alanlara hiç değinilmemesi. Mal, hizmet ve sermaye dolaşımı olabildiğince serbestleşirken emeğin dolaşım özgürlüğü önündeki kısıtlardan hiç bahsetmeyerek, ulus ötesi şirketlerin bir nevi sözcüsü gibi davranılmasını solculuğu ya da liberalliği geçtim, objektivitenin kayboluşu olarak değerlendiriyorum.
Bu tartışmalar daha da uzun süreceğe benziyor ancak küreselleşme meselesini doğru değerlendirmek için bütünlüklü bir tavır gerekli diye düşünüyorum.