Taraf gazetesinin, 20 Haziran’da “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı” manşetiyle yayımladığı haberi okuyunca neler hissettiniz?...

Taraf gazetesinin, 20 Haziran’da “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı” manşetiyle yayımladığı haberi okuyunca neler hissettiniz?

Hatırlatayım: Gazetede iki belgeden söz ediliyor ve bunların Genelkurmay çıkışlı olduğu belirtiliyor. Belgelerden, Genelkurmay’ın toplumsal ve siyasal hayatın her alanını “kendi doğruları” çerçevesinde biçimlendirmeye yönelik kapsamlı bir “eylem planı” hazırladığı anlaşılıyor.  Genelkurmay, belgelerin varlığını açıkça inkâr etmiyor; ama sorumluluğu da üstlenmiyor.

Belgelerde yer alan bilgilerin “malumun ilânı” olduğunu söyleyebilirsiniz. Plan gazete sayfalarına çıkmasaydı da, zaten kendi gerçekliğimizin ve tecrübelerimizin içinden bakarak görebiliyorduk onu diyebilirsiniz. Ama böyle yaparken bir dehşet, bir kızgınlık, en azından bir şaşkınlık duymuyorsanız, bunun iki anlamı olabilir: Ya bu durumu kanıksamışsınız ya da Genelkurmay’ın müdahalesinden açık veya gizli bir memnuniyet duyuyorsunuz.

Bir üçüncü ihtimal de, bu olayı, iki şer cephesi arasında süregiden kirli kapışmanın bir parçası olarak değerlendirmektir. Bu tutumu tercih edenler, meseleyi küçümsemeye ve tartışmalardan uzak durmaya meylederler; böylece “kir”den korunacaklarını, yani “temiz” kalacaklarını sanırlar.

Oysa bu plan, bir tek cepheyi hedef almıyor; alabildiğine geniş bir düşman algısına dayanıyor; hukukun ve ahlâkın temellerini yaylım ateşi altına alıyor. Çeşitli örnekler, planın uygulamaya geçirildiğini de gösteriyor; şayet buna engel olunmazsa, “Genelkurmay’ın doğruları”na biat etmeyenlerin hiçbir konuda güvenleri ve güvenceleri kalmayacaktır; ayrıca “siyaset” de anlamını yitirecektir.

Bu plana, kendilerinde bu tür planları hazırlama ve uygulama hakkı bulan ve onlara destek olan güçlere karşı çıkmamak; bireysel ve kamusal hayatlarımıza sahip çıkmaktan vazgeçmek, hukuk devletinin aslî ilkelerine ve demokrasinin asgarî gereklerine yüz çevirmek anlamına gelecektir.

Peki, anayasal sistemi bu haliyle bile berhava eden, her bir satırı ağır suçlara tahrik ve teşvik niteliğinde olan bu belgeler karşısında “anayasal kurumlar” ne yapıyor? Nerede bu “anayasal devlet”; yani yasama, yürütme ve yargı?

Her fırsatta “anayasal sistem”e, “anayasal çerçeve”ye gönderme yapan şu “demokrasi ve hukuk devleti havarisi” AKP’nin ve onun hükümetinin herhangi bir açıklamasına ben rastlamadım. Bu suskunluk, bu sinmişlik ve bu siniklik, bütün bu kurumların kendi kendilerini inkâr ve biraz daha imha etmeleri sonucunu doğuruyor. Bunun açık anlamı, “darbe planlarına yardım ve yataklık”tır. Kendilerini eleştirenleri hemen darbecilikle suçlayanlar, esas darbeciliğin bu olduğunu fark etmiyorlar mı?

Ya o belgelerde adı geçen kurumlar; yargı, medya, üniversiteler, sivil toplum örgütleri? Bugüne kadarki gelişmelerden, bu kurumlar arasında “eylem planı”nda kendilerine uygun görülen rolü yerine getirmiş olabilecekleri konusunda ciddî şüphe altında olanların bir şey yapmaya hiç mi niyetleri yok? Başkalarına mevzuatın keskin kılıcını gözlerini kırpmadan batıranlar, eğer bu planın gereklerini yerine getirmişlerse, hukuktan söz ederken hiç mi sıkılmıyorlar?

Bütün değerleri çiğnemekten sıkıntı duymayanlar, tabiî yedi yaşındaki Welat’a reva görülen insanlıkdışı muameleden de rahatsız olmazlar. Basında yer aldı; ben yine kısaca hatırlatayım: Welat, bir Kürt çocuğu; Türkiye’den kaçıp Almanya’ya sığınan ve orada siyasî iltica hakkı alan bir babanın oğlu. Babası Türkiye’ye giremiyor; annesi, Welat’la birlikte diğer iki küçük çocuğunu alarak Türkiye’ye geliyor; Welat’ın kardeşlerinden biri bir buçuk, diğeri üç yaşında. Pasaport kontrolünde, annenin ve diğer iki çocuğun Türkiye’ye girebileceği, ama Welat’a izin verilemeyeceği söyleniyor. Sebep: Welat’ın ismi Türkiye’de yasak. Bu “yasak çocuk”, annesinden zorla alınıyor ve uçağa bindirilip geri gönderiliyor. O güzelim gözlerden akan yaşlar, o minicik yüreklerde açılan yara hangi hukukla, hangi etikle açıklanabilir? Bunu anlatmaya siyasetin ve hukukun terminolojisi yetmez.

“Eylem planı”nda, “teröre sağlanan desteğin bedelsiz kalmayacağını bölge halkına hissettirmek için sıklıkla arama, operasyon düzenleneceği, Irak’ın Türkiye sınırında yaşayan sivillerin ağır silahlarla vurulacağı” belirtiliyor. Welat’a vurulan darbe ile bu zihniyet arasında bir bağ yok mu sizce? O küçücük çocuğa bu şekilde kıyabilen anlayış, bu “idari uygulama”nın siyasi sorumluluğunu taşımak zorunda olduğu halde hareketsizliği tercih eden hükümet ediş ve bütün bunlara sessiz kalan o geniş kalabalık, “eylem planı”na gerçekten ve samimiyetle itiraz edebilir mi? Yoksa “kurumsal mutabakat”ın alanına mı giriyor Welatların hayatları?

Siyasetin dilinin tıkandığı ya da tükendiği yerde, en iyi yol edebiyata ve sanata sığınmaktır. Biraz “utanç” beyler, sadece biraz utanç! Sizlere siyasal kavramlarla anlatamadığımızı, belki edebiyat ve sinema anlatır, tabii eğer oralara bakacak cesaretiniz varsa!

Meselâ Salman Rushdi’nin “Utanç” adlı romanını okuyabilirsiniz; meselâ Belçikalı yazar Hugo Claus’un yine aynı adı taşıyan romanını da tavsiye ederim. Alakasız demeyecekseniz, ki dememelisiniz, Güney Afrikalı yazar J. M. Coetze’nin de “Utanç” isimli bir romanı var, onu da okuyabilirsiniz.

Hadi diyelim kitap okumak zahmetli iş, o zaman daha kolay bir yol olarak sinemayı önerebilirim. Meselâ büyük usta Ingmar Bergman’ın “Utanç” adlı filmini izleyin derim.

Ben utanıyorum ve her türlü insanî hali bir nakkaş edasıyla resmedebilen bir ustaya, Ülkü Tamer’e, onun “Utanç” şiirine sığınıyorum:

Sanki ölmek için beyaz bir uykusuzluk; /Belki utanmasak bizi bırakacaklar,/

Terliyoruz, tırnaklarımdan damlıyor kan/ Onun üstüne, / Soğuk bir tül örtüyorlar üstümüze.

Hangi odaya saklansak şimdi onlar,/ Hangi sokaklara çıksak ölüm;

Girildikçe biten sevişmemiz onlar yüzünden,/Ne zaman boynuna uzansam ölüm kokuyor/ Yalnızlıktan, o yalnızlık, / Kelimesi artık şiirde unutulan