Baskının, şiddetin,

Baskının, şiddetin, denetimin toplumsallığın dışında şekillenen bir erk tarafından üretildiği düşünülür genelde. Bu algılayışa göre tarihin akışında bir sapma olmuş; erkin tek odakta birikmesi sonucunda ‘yukarıdan aşağı’ doğru işleyen bir rejim çıkmıştır ortaya. Biz anarkistler bu birikmeye yol açan şeyin teknolojik sıçrama, kapital mantığı ya da araçsallaştırılmış akıl olmadığını, modernizmin öncesine uzanarak ‘devlet’ kavramının belirginleşmesiyle ortaya çıktığını düşünmüşüzdür. Kendi içinde olumlu ve iyicil bir karaktere sahip olan insan doğası ya da halk kavramı gibi soyutlamalar bu yabancılaştırıcı güç odağının kıskaçları arasına sıkışmıştır.

Bunun yanında, son dönemde Althusser, Foucault, Deleuze gibi düşünürlerin getirdiği açılımlar, devlet erkinin yeniden üretilmesine bireylerin de katıldığını ve hatta bu süreçte kendilerine erk payı sağlayabildiklerini gösterdi. Dolayısıyla yukarıdan aşağı doğru uygulanan baskının mutlak belirleyiciliği yerine, yatay biçimde işleyen gündelik ilişkilerin de şiddetin üretimine katkıda bulunduğu fikri öne çıktı. Siyahi dergisi önümüzdeki sayısında 25. yılında 12 Eylül’e yeniden bakmaya hazırlanıyor.

Aramızda yaptığımız konuşmalarda, yukarıdaki saptamalardan farklı olarak şu düşünce belirdi: belki yaşadığımız kültür coğrafyaya özgü biçimde, erk kolaylıkla ‘aşağıdan yukarı’ biçimde de üretilebiliyor. Son dönemlerde ciddi biçimde yoğunluk kazanan muhafazakârlaşma eğilimi bu durumu zaten bize gündelik yaşam içinde hatırlatıyor. Geride bıraktığımız Mimarlık Kongresi’ne ev sahipliği yapan kimi yerel kurumlar şöyle bir formülasyona başvuruyorlar: uygar bir yaşama ev sahipliği yapabilecek kentsel doku ancak mimarlık kurumunun disiplini içinde tasarlanırsa oluşturulabilir. Kentsel gelişimi oluşturan dinamikler uzun bir süredir mimarlık disiplininden uzaklaştılar; bugünkü sorunları bu yüzden yaşıyoruz; onun için siz gelin, bizim uzmanlığımıza başvurun.

Sosyal demokrasinin önerdiği türden bir planlamacığın satır aralarına yerleşen bazı argümanların elitizme kolaylıkla kaydığı görülebiliyor:

Türkiye’nin 50’lerde sanayileşmeyi kentselleşmeye tercih etmesinin ertesinde, ucuz emek gereksinimi sağlamak üzere kentlere çekilen insanların ürettiği gecekondu kültürü bir çarpıklık, bir ‘anti-kent’ fenomeni olarak gösterilebiliyor. Kendini kentin asıl sahibi olarak gören, edindiği uzmanlığın geleceğin anahtarını elinde tuttuğuna inanan bu perspektif farklı açılardan eleştirildi bugüne kadar. Geçtiğimiz kış Berlin’in alternatif kitabevlerinden olan b_books tarafından Almanca yayımlanan Istanbul: Self-Service City başlıklı kitap da bu eleştirileri yan yana getiren bir içeriğe sahip. Çalışmanın editörü Orhan Esen’in kaleme aldığı makalelerde gecekondu olgusunun gelişimi tarihsel safhalara ayrılarak işleniyor.

70’li yıllarda inşa edilen gecekondular alçakgönüllü ölçekleri, bahçe düzenlemeleri, dışyüzeye verdikleri özenin sevimliliği ve mahalleli arasındaki dayanışma sayesinde organik bir yaşam niteliğine sahip -kentleşme sürecine girmiş, işçi sınıfına dair kültürel şekillenmelere yakın bir yaşam. 80’lerde ise Esen’in ‘gecekondu-sonrası’ olarak adlandırdığı sürece giriliyor. Görece olarak avantajlı konuma sahip mahallelerde gecekondular gayrimenkul spekülasyonu nesnesine dönüşüyor; Özalcı liberalleşme ideolojisinin orta sınıfa yükselme vaadine takılan kimi sakinler küçük ölçekli kapitalist girişimcilere dönüşüyor; gecekondulara kat çıkılıyor, bahçeler iptal ediliyor, elde edilen birimler kırsaldan yeni gelenlere kiralanı yor, gelir unsuruna dönüşüyor.

Dezavantajlı konumdaki mahallerde, sanayisizleşme yaşanan bölgelerde ise ciddi bir yoksullaşma görülüyor; etnik ya da dinsel aidiyetlere bağlı sert kapanmalar ve ayrışmalar yaşanıyor; kimi zaman baskıyı talep eden. üreten bir ortam oluşuyor. Son 25 yılı başka gözlerle bir daha okumak lazım.