Biz hep devrimlerin ve ayaklanmaların kahramanlarıyla, onların savaşlarıyla ilgiliyiz.

Biz hep devrimlerin ve ayaklanmaların kahramanlarıyla, onların savaşlarıyla ilgiliyiz. Aktif azınlıkla yani. Ve acımasız iktidar entrikalarıyla.

Ya geride kalan ve başkalarının mücadelelerinin sonucuna bakarak hayatına şekil vermeyi bekleyen milyonlar? Kendini ateşin içine atmayan, can ve mal korkusunu “görmüş geçirmiş” bir edanın gerisinde gizleyen sıradan insanlar?

Yıllar önce Sovyetler Birliği’nde, 1917 Bolşevik Devrimi’nin ne kadar kitlesel bir hareket olduğunu, neredeyse tüm halkın devrime sahip çıktığını anlatan sanat eserlerinden sonra, bir gün bir kitapta farklı şeyler okumuştum. Kitapta Bolşevikler ve düşmanları arasındaki savaşın gidişini uzaktan izleyen geniş kitlelerin kaygısızlığı anlatılıyordu. Dengelerin bir o yana bir bu yana değiştiği birçok kent ve köyde, halk son derece temkinli (bazen de riyakâr) davranarak durumu idare ediyordu. En çok aklımda kalan da, birçok evde hem Çar hem de Lenin tablolarının olmasıydı; duruma bakarak bir tabloyu duvara asıyorlar, ötekini indirip gizliyorlardı.

Şimdi bunca “kitlesel hareket” yaşandığı bir ortamda, yalnızca Zeynel Abidin Bin Ali, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve benzerleri ile onlara karşı savaşanlar mı var sanıyorsunuz? Ya “beklemedeki” milyonlarca insan?

Kim bu milyonlar? Nasıl yaşarlar? Devrim önceleri ve devrim sonraları? Umutları, kaygıları nedir? Bizim pek bir meraklısı olduğumuz “büyük siyasi hareketler”in gerisinde nasıl bir “sıradan” hayatları vardır?

Sıradan olanın pek ilgi çekmeyeceğini bilirim. Ama yine de sizinle paylaşmak istediğim bir eski öyküm var.

*        *        *

Öğrencilik yıllarında gittiğim bir kitaplık vardı. Ve orada kim bilir ne zamandır çalışan bir kadın. Zayıftı, kederliydi, hiç kahkaha atmamış gibi ölçülüydü gülümsemesi her zaman. Güzeldi, ama yorgundu. Yoksuldu, topu topu birkaç elbisesi vardı yanılmıyorsam. Orantısız büyük kol saati ucuz ve yeşildi.

Arkasındaki kitap ordusunu çok iyi bilirdi. Her istediğinizi anında bulur, zayıf elleriyle usulca raflardan çıkararak önünüze koyuverirdi. Ara sıra öksürürdü, sigaradan olsa gerekti.

Yıllar geçti. Başka pek çok şeyle birlikte onu da unuttum.

On beş yıl sonra oraya gittim. Kitaplık pek değişmemişti. Eski tahta sıralar, gıcırdayan masalar yerindeydi. Perdeler bile aynıydı sanırım. Bir tek Lenin’in portresi inmişti duvardan. Yerine asılan Putin portresi daha küçük olduğundan duvarın bir kısmı beyaz kalmıştı. 

Kitaplıkta çalışan kadın yerindeydi. Yine zayıf ve yorgundu. Güzel sayılırdı hâlâ. Ve yoksuldu yine. Kitapları uzatan zayıf elinde kocaman bir yeşil saat göze çarpıyordu.

Beni tanımadı. Kibarca hangi kitabı istediğimi sordu. Cevabımı beklerken elini ağzına götürerek öksürdü. Sigarayı bırakmamıştı demek.

*        *        *

Kaç kez söyleşmiştik eski yıllarda onunla. Daha çok kitaplarla ilgiliydi konuşmalarımız. Bir defasında aldığım kitaplara bakarak psikoloji fakültesinde okuduğumu tahmin etmişti. Ben gazetecilik deyince gözleri parlayarak çok sevdiği bir yakınının da gazeteci olduğunu söylemişti. Kim diye sormamıştım.

O kadar zaman sonra onu orada bulacağımı doğrusu düşünememiştim. Şaşırmış, heyecanlanmıştım. On beş yıl sonra her şey aynıydı. Zaman durmuştu sanki burada. Kadın on beş yıl önceki kadındı. On beş yıldır hep aynı saatte işe gelmiş ve aynı saatte evine dönmüştü. Evini de değiştirmemişti belki. Ve on beş yıldır aynı otobüse biniyordu günde iki kez.

Oysa ben bu on beş yıl içinde kaç ev, kaç iş değiştirmiştim. Üç ülkede yaşamış, beş kol saati almıştım. Birçok kez düşlerim yıkılmış, onları yeniden kurmuştum. Durmadan yeni bir şeyler aramış, bulduğumla yetinmemiş, daha başka arayışlar içine girmiştim.

O ise on beş yıldır aynı usta hareketlerle kitaplara uzanıyor, onları raflardan alıyor, daha sonra yerlerine koyuyordu. Aynı pazara gidiyor, aynı yemekleri yapıyor, aynı odaları temizliyordu. Aynı pencereden bakarak hiçbir zaman gelmeyecek aynı düş kahramanını bekliyordu belki.

*        *        *

Bu on beş yıl içinde dünya tersine dönmüştü. Sovyetler yıkılmıştı. Savaşlar çıkmıştı. Darbeler yapılmıştı. Partiler kapatılmıştı. Yenileri çıkmıştı. Televizyon ve gazeteler ağız değiştirmişti.

O ise bütün bunlara bana mısın dememişti. Saatini, işini ve alışkanlıklarını değiştirmemişti.

*        *        *

Bazen yaşadığım hayatın ne derece gerçek olduğundan kuşkulanıyorum. Yanı başımda gördüğüm insanlar bambaşka bir boyuttalar sanki. Ya da onların yaşadığı hayat sahici değil…

Kim bilir belki de hepsi birer hayaldir…


Siz bu işlerden anlamazsınız!

Sizi bilmem, ama ben Forbes dergisinin yıllık dünya zenginleri listelerine bayılırım. Ne derler, zenginin malı…

Bizim zenginler, yani Türkiye’den patronlar son yıllarda Forbes’ta iyi performans sergiliyorlar. Benim de koltuklarım kabarıyor.

Hemen bana “Türk de olsa, uzak bir patronun parasının artmasından sana ne be kardeşim!”, diye fırçayı basmayın. Hiç tanımadığım Türk sporcuların dünyadaki önemli derecelerine sevindiğim gibi, “bizim” patronların parasal başarılarına da sevineceğim işte!

Varsın içerde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum 8.5 kata ulaşsın, varsın yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı yüzde 16.7’den yüzde 17.1’e (12 milyon 97 bin kişiye) yükselsin. Kriz-mriz takmıyor “bizim” zenginler, aslanlar gibi ilerliyorlar. Bir yılda dolar milyarderleri arasına 11 Türk daha girmiş ve toplam sayıları 39’a yükselmiş. Maşallah!

*      *      *

Son yıllarda Forbes’un listelerinde en başarılı olanlardan biri de Mehmet Emin Karamehmet. 2008’de Türkiye’nin birinci, dünyanın 29. zengini ilan edilmişti. Forbes’un geçenlerde açıkladığı 2010 listesinde ülkede 1. birinci, dünyada ise 342. sırada geliyor. Bir yılda serveti 2.9 milyar dolardan 4 milyar dolara çıkmış. Bu başarıda Kuzey Irak’taki petrol yatırımları kilit rol oynamış. Allah versin, ne diyelim!

Karamehmet; enerji, iletişim teknolojileri, sanayi, inşaat, taşımacılık, finansal hizmetler ve medya alanında birçok şirkete sahip. Kendisine ait Türkiye’nin üçüncü medya grubunda, Digiturk’ün yanı sıra Show TV, Sky Türk, Akşam, Güneş, Platin, Alem FM gibi birçok kuruluşu var.

Ve bu grupta çalışan gazetecilerin ezici çoğunluğu son yıllarda büyük maddi sıkıntı çekiyor. Ücretler aylarca ödenmiyor, primler ve tazminatlar verilmiyor, zam yapılmıyor. Zaman zaman 100 liralık garip avanslar dağıtılıyor.

*      *      *

Siz şimdi “madem bu kadar zengin, neden paylaşmıyor, niye cimrilik ediyor?” falan diye itiraz edeceksiniz.

Acele etmeyin, bu işler öyle olmuyormuş!

İyi bir işadamı iyi hesap yapar, kendisine zarar getiren kuruma para dökmezmiş. (Medya grubu yöneticileri ve reklam servisi çalışanları ücretlerini alırlarmış, o başkaymış, onlar “gemiyi yürütenler”miş.) Ama söz konusu medya kurumları gelir getirene kadar, patron onlara tıkır tıkır ödeme yapmaz, yapamamış; çünkü yaparsa ötekiler iyice gevşer, zarar katlanır, bu da kapitalizmin mantığına karşı gelmek olurmuş.

Onun için bu duruma hiç şaşırmayın; telekomünikasyon, elektrik ve gaz dağıtım şirketlerinde yaşanmayan sıkıntılar medya grubunda varsa, gazeteciler kendilerine bakmalıymış. Değil mi efendim(miş)?

Ayrıca mesele sadece Çukurova Grubu ile sınırlı değil ki. Bakın medyada benzeri hikayeler ve adaletsizlikler diz boyu! İlk ekonomik sıkıntıda kapı önüne koymalar, “mecburi tenkisatlar”, tazminat ödememeler, en basit taleplere ve hatta sorulara cevap vermemeler…

Ama bazen tüm bu haksızlık ve kıyımın arasında “süper kibar vedalaşmalar”a rastlıyoruz.

Örneğin, geçenlerde AHT Haber Müdürü ve ondan önce de Sabah Yayın Yönetmeni tarafından yazılan vedalaşma metinlerini okuyunca insanın gözleri yaşarıyor.

Anlayacağınız hukuki ve vicdani sorunlarımız var, ama yine nezaketi elden bırakmıyoruz. Bu da bir şey tabii…