Antalya Film Festivali’nin organizasyon konusunda en başarısız olduğu yönü ulaşım

Antalya Film Festivali’nin organizasyon konusunda en başarısız olduğu yönü ulaşım. Hem Antalya içi ulaşım hem de Antalya’ya ulaşım. Konukların çoğu Antalya’ya getirildiğinde ‘Çakal’ filminin galası  yapılmış, bitmişti. Sonrasında yakalamak ise şehiriçi ulaşımın zorluğundan dolayı çok güçtü. Böylelikle festivalin en ilginç  filmlerinden birini seyretmeden İstanbul’a geri dönmüşüm, bunu ‘Çakal’ı seyredince anladım. Yazık olmuş, filme zamanında gereken önemi de verememişiz.
Çakal’ın aklıma ilk getirdiği şey, ‘Taksi Şoförü’ filmi oldu. İki film de benzer bir yöntem izliyorlar ve benzer yanları olan kahramanları anlatıyorlar. ‘Çakal’ın kahramanı, aynı zamanda filmin anlatıcısı konumunda; onun dış sesi bize olan biteni yorumluyor.  Akın (İsmail Hacıoğlu) ağır derecede psikolojik sorunları olan bir tip. Taksi Şoförü’nün kahramanı Travis de Vietnam sendromundan, yani travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip, topluma uyum sağlayamayan biriydi. Çakal’ın kahramanı Akın bir kopuş yaşayarak başlıyor filmdeki öyküsüne. Akın filmin hemen başında annesini kaybediyor. Ardından parasını çalarak, ustasıyla iplerini koparıyor. Hemen ardından da kız arkadaşına ipleri koparan bir teklifte bulunuyor: “Gel, gidelim buralardan!”
Nereye, ne yapmaya belli değil ama. Doğal olarak kız kabul etmeyince kadınlar film dünyasının tümüyle dışında kalmış oluyorlar (belli bir karakteri olmayan fahişe tipi dışında).
Babasıyla da zaten bir nefret ilişkisi içinde olana Akın’ın toplumun meşru kurumlarıyla, iş ve aileyle bağları baştan kopuyor zaten. Bundan sonra gidilebilecek tek yer var: Gayrı-meşru alem! Ve Akın  babasına bitmek bilemeyen isyanını kanalize edecek bir yer olarak mafyayı buluyor. Akın’ın bir şiddet eylemi sırasında hatırladığı şey çok manidar: “babasının beyaz horozu”! Horozun erkekliği simgelediği çok açık, belki biraz fazlaca. Annesinin ölümünü, babasıyla yaptığı korkunç telefon konuşmasında öğrenen Akın’ın, annenin ölümünden babasını sorumlu tuttuğunu düşünebiliriz. Akın yani ‘Çakal’, babadan intikamını alacak almasına da bu mafya babası mı olacak yoksa gerçek babası mı, onu da seyredince görün.
Fakat filmi sadece ödipal karmaşa bağlamında ele almak , toplumsal bağlamı görmezden gelmemize neden olabilir. Ödipal karmaşadan psikopatlığa illa da geçeceksin diye bir şey yok. Buna imkân veren bir de ortam lazım. Akın’ların  yaşadığı ortam böyle bir  ortam. Yani gençlerin toplumsal hayata katılabilecekleri hiçbir sağlıklı zemin yok. Dindarlık, inananı da inanmayanı da etkisi altına almış,  muhafazakâr bir yaşam dayatılmış. Annesi temizlikçi bir kadın, babası yoksulluğun hadım ettiği ve erkekliğini ancak ailesine şiddet uygulayarak yaşayabilen bir işçiyse, o delikanlının yapacağı ne var? Bizim eve gelen bir temizlikçi hanım var. Uyuşturucu kullanan oğlunu tedavi ettiremiyor çünkü devletin uyuşturucu tedavisine ayırdığı yatak sayısı sadece 24 adetmiş. Akın’ın uyuşturucuda çare arayan halini gördükçe bunları da düşündüm. Gençlik elden gidiyor, aile kurumu çöküyor ve bundan tarihimizin en dindar hükümeti sorumlu (Koray Çalışkan’ın Radikal’de bu konuda bir yazısı çıkmıştı, internetten bulup okuyun).
Ve ‘Çakal’ı seyredin! Erhan Kozan umarım yeni filmler çekecek desteği bulur.

KARANLIK CENNET KARANLIK DENİZ
Nasıl çıkacak bu karanlıklar aydınlığa?

Başlıktaki sorunun cevabı iki filmde de yok. Karanlık Cennet ve Karanlık Deniz’in ortak yanları  bilinçdışına itilmiş cinsel arzular ve onların bir şekilde ifadesini bulması üzerine. Karanlık Deniz bir karı-koca fantezisi iken, Karanlık Cennet’in kahramanları henüz gençler. Erkekler neden sevdikleri kadınla birlikte olmak dururken gizemli kadınların peşinde koşarlar? Bu konularda zihin egzersizi yapmak isteyenler bu filmlere gidebilirler. Gerçi filmlerden çıktıklarında ellerinde işe yarayan yeni donelerin olacağını söylemek güç. İki filmden daha iyi olanı “Karanlık Deniz”. Görece yani…   
 

TESLİMİYET
Marjinal hayatlar

Travestilerin zor hayatlarına bakmak, onlarla empati kurmak güzel bir şey. Ama neredeyse her sahnede seyirciyi duygulandırmaya yönelik iç kıyıcı bir müzik kullanmakla olmaz bu iş. Ya da travestiyle aşk yaşayacak olan erkeğin kız arkadaşını  gereken duygusal ortamı sağlamak için cadılaştırmakla da olmaz. Teslimiyet temposunu tutturamamış, akmayan bir film. Ama yine de takdire şayan yanları var. Kendisini heteroseksüel sanan bir delikanlının içindeki gay’i fark etmeye başlamasına ve travestilere yönelik fazla film yok sinemamızda.

ŞENLİKNAME: BİR İSTANBUL MASALI
SULTANIN SIRRI
Devlet Malı Deniz, Yemeyen Domuz

‘Şenlikname’ye 15 dakika kadar katlandım, dayanılır gibi değildi. Sultanın Sırrı’na ise hiç gitmedim ama duyduğum kadarıyla daha da kötüymüş. Bu İki filmin ortak özelliği İstanbul 2010 Kültür Başkenti bağlamında desteklenen filmler oluşu. Bizde bir tüccar yapımcı tipi var, bu tipler sanat sinemasına devletin yaptığı yardıma her fırsatta isyan ederler. Kendileri para alamadıkları içindir isyanları, kıskançlıktır. Ve sinema sanatının geleceğini filan hiç düşünmezler. Devlet yardımına her fırsatta karşı çıkarlar ama ortada kapabilecekleri bir kemik varsa da kimseye bırakmayacak kadar uyanıktırlar. İşte 2010 projesi, sinema sanatıyla alakası olmayan tüccar yapımcıların bekledikleri fırsat olmuş. Bir ton para çok daha kalıcı ve anlamlı işlere akıtılabilecekken bu yapımcıların fırsattan yararlanmak üzere ürettikleri bu projelere akıtılmış. Bence bu paralar geri alınmalı. Öyle  ya, madem Kültür Bakanlığı yardım yaparken festival başarısı koşulu arıyor yoksa parayı geri istiyor, bu filmler için de aynı kural uygulanmalı. Ve geri alınacak o paralarla sinema okullarına yeni alet edevat alınmalı (mesela)!