Wikileaks, Tunus, Mısır, Libya, derken Türkiye yakın tarihinin en aktif uluslararası gündeminin içine düşüverdi.

Wikileaks, Tunus, Mısır, Libya, derken Türkiye yakın tarihinin en aktif uluslararası gündeminin içine düşüverdi.

Aslında dünya gündemi her zaman yüklüdür. Ama bizden uzaktır. Biz genellikle – yalnızca önemli değil, aynı zamanda sığ konularımızla da – iç gündemimi severiz.

Kısır ve tanıdık tartışmalarımıza bayılırız. Erdoğan nasıl çakmış, Kılıçdaroğlu nasıl taşı gediğine koymuş, Bahçeli nasıl bağırıp çağırmış; bunlar ve “boyalı magazin haberlerimiz” bize yeter de artar bile.

Ama şimdi yakın ülkelerde iskambil kağıdı gibi yayılan ve açık ya da gizli şekilde “Acaba bizi nasıl etkiler? Bize de sıçrayabilir mi?” sorusunu ortaya süren gelişmelerle Türkiye birdenbire değişiverdi.

Artık uluslararası gündemle yatıp kalkan bir ülke oldu.

Çok uzun bir aradan sonra, her gün gazete manşetleri ve televizyon haberlerinin ilk sıraları dünyadaki gelişmelerle dolu.

Bir düzine ülkeyi dalgalandıran gelişmeler içinde, özellikle Libya’da olup bitenler bizi bu kadar “uluslararası” hale getirdi.

Bunun açıklaması için ne Libya ile tarihi bağlarımız yeterli gelir, ne yakın geçmişimizin zikzaklı üst düzey temasları.

Sonuçta Libya bizim için önemli bir ticari partner. Bu ülkeyle iş hacmimiz 27 milyar dolar. Orada 25 bin işçimiz var.

Mesele sadece Kaddafi’nin geleceği değil, hatta hunharca öldürülen yüzlerce insan da değil. O kan gölündeki insanlarımızın ne olacağı, orada iş yapan 200 Türk firmasının durumu, ekonomik bağların ve uzun vadeli çıkarların nasıl şekilleneceği konusu.
 
DÜNYAYA KAPALIYIZ
Kısa bir süre önce (28 Ocak’ta) BirGün’de “Hemşeri gazeteciliği iyi satar” başlıklı bir yazı yazmıştım. Uzun yıllar yurtdışında yaşamış, Türk gazete ve televizyonlarına muhabirlik yapmış bir gazeteci olmanın verdiği hakla, dünyada olup bitenleri Türkiye için haberleştirmenin ve “içerde” ilgi çekmenin ne kadar zor olduğundan yakınmıştım.
Kendimden alıntı yaptığım için kusura bakmayın. Ama birkaç fikri hatırlatmak istiyorum:

“Biz bazen dünyada olup bitenlere, içinde ‘bize dair bir şeyler’ yoksa pek ilgi göstermiyoruz.

Dışa kapalı, dünyayı fazla izlemeyen ve bilmeyen, bunun sonucu (aynı zamanda sebebi) olarak dünyayı pek sevmeyen bir toplumuz. Medya organlarının büyük bölümü bunu net olarak gösteren aynalar.

‘Neden böyle?’ diye tepki gösterseniz, bütün ilgili meslek erbabının cevabı hazırdır: ‘Dünya haberleri bizde pek satmaz!’

Yani? İlgi görmez, tiraj ve reyting getirmez, sonuçta para kazandırmaz.

Her yerde sadece ‘hemşeri var mı?’ muhabbeti... ‘Hemşeri haberi’ ile satış yapma cambazlığı...

Ee, oyunun kuralı bu! Binlerce yabancı öldü desen ‘satmıyor’; ama ‘bir Türkün dişi kırıldı’ desen ‘yok satıyor’!”

DIŞ HABER İÇ HABER OLDU

Libya’da yalnızca “dişimiz kırılmadı”, can bile verdik. Ve hâlâ can telaşındayız doğal olarak.

Dolayısıyla bugün “dış haberin iç haber olduğu” gündür. Önemli ölçüde kendi üzerimizden de olsa, dünyayı, başka ülkelerdeki acıyı, göz yaşını, vicdansızlıkları hissettiğimiz gündür.

Yalnızca kısır iç çekişmelerle ve kahve sohbetleriyle yetinmediğimiz, “dışarıda olanlar” ile “içeride olanlar ve olabilecek şeyler” arasında bağlantı kurmak için beynimizin aktifleştiği hassas bir zaman boyutundayız.

Gündemdeki gelişmeler, ne “bize dokunmaz” türü yüzeysel yaklaşımların doyurabileceği, ne de “nerede hareket orada bereket” diye saf iyimserlikle tahlil edilebilecek türden. Ama çok önemli bir deneyim olduğu, artık birçok şeyin eskisinden farklı olacağı ortada.

Umarım, bu zor günlerin hem siyasi tecrübemize, hem de tarihsel hafızamıza kalıcı yararları olur.

 
‘YABANCI’ OLMAK MI?

Gelelim, yazımızın diplomasi erbabını kızdıracak bölümüne.

“Yabancı”… Ben hayatımın önemli bölümünde bu kavramı sırtımda taşıdım. Ağır bir yüktü doğrusu.

Ama bu ağırlığın önemli bölümü, benim onu sırtımdan atma çabalarımdan kaynaklanıyordu.

SSCB’de/Rusya’da 26 yıl yaşadım. Ve bence, “buralı” olmaktan vazgeçmeden “oralı” da oldum. “Oranın acısı” ile “buranın acısı” arasında fark kalmadı yüreğimde.

Mesele cebimdeki kimlikle falan ilgili değildi. Hissettiklerimdi önemli olan.

Örneğin, 1991 Ağustosu’nda Sovyetler çatırdarken veya 1993 Ekimi’nde Beyaz Ev tank ateşi altında kararırken, orada toplanıp gülüşerek çekirdek çiğneyen “Ruslar”dan çok daha fazla ve çok daha gerçek Rus olduğumu hissettim.

Günümüzde, herkesin farklı nüanslarla da olsa sıkça telaffuz ettiği “evrensellik/globalizm” çağında, bir insanın “yabancı” olması ne kadar mümkün?

Doğmadığın ülkede illa ki “yabancı” mı olmak zorundasın? Mesela, yolun Libya’ya düştüyse, oradaki acıyı, baskıyı ve kanı mutlaka kenardan kıyıdan, kıytırık bir misafir telaşıyla, korkak bir adam sendecilikle mi izleyeceksin?

Kaddafi’nin küstah tavırlı oğlu Seyfülislam Hazretleri’nin, doğru ya da yanlış tercümeyle, ülkesindeki Türkleri de tehdit eden sözlerini kısa sürede cevaplayan Cumhurbaşkanı Gül’ün “Libya’daki Türkler’in oranın siyasetine bulaşmadığı” yolundaki açıklamasını anlamak zor değil elbette. Ama…

Bulaşılmaz mı?..

Yanı başınızdaki olaylar, sizde sadece doğduğunuz yere kaçma arzusu mu verir?..

 
ULUSLARARASI DAYANIŞMA

E, peki ne yapalım? Silah elde çatışalım mı?

İki ülke arasında diplomatik kriz mi yaratalım? Böylelikle 25 bin kişinin hayatını tehlikeye mi atalım?

Geçmişteki “Çeçenistan’da savaşan Türkler” ve “Türkiye’ye kaçan Çeçen gerillalar”  gibi tartışmalardan doğan onca gerilimin zar zor atlatıldığı bir dönemde, ben benzeri bir “militan ihracını” mı savunuyorum?

Arjantin’de doğmasına, Küba’da devrim kahramanı sayılmasına rağmen, Latin Afrika’dan Afrika’ya kadar bütün dünyada devrim yapmaya çalışarak geçen yüzyılın sembollerinden biri halini alan Ernesto Che Guevara’yı mı örnek gösteriyorum herkese?

Hayır, kimseye hiçbir yolu gösterdiğim ve bugün kan gölüne dönen ülkelerdeki Türkler’le öteki yabancılara ellerine silahı almaları çağrısı yaptığım falan yok.

Sadece gazete satırlarına ve televizyon ekranlarına umutsuz bir dikkatle bakıp duruyorum. Acaba Libya’da ve Marmaris’te Türk işçileriyle yapılan söyleşilerde, hiç olmazsa bir Allah’ın kulu da çıkıp “Aklım biraz da Libya’nın kaderinde, Libya halkının geleceğinde” türü bir ortak insani kederi dile getirecek mi?

Oradan dönen ve/veya oranın acısını hisseden birileri bir dayanışma organizasyonu oluşturacak mı? Sivil bir uluslararası destek faaliyeti düşünülecek mi?

 
DÜNYA VATANDAŞLIĞI

25 bin işçimizi de Libya’dan çekip alsak, orada olup bitenler manşetlerden ve yüreklerimizden düşer mi?

Mısır’ın sıcaklığından ne kaldı geriye?

Tunus çoktan unutulmadı mı?

Ya uzak Yemek topraklarında olup bitenler umurumuzda mı?

Bakın, yanı başımızdaki Yunanistan’da mitingler bitip tükenmiyor, insanlar kendini yakıyor.

Almanya’da siyasi dengeler sarsılıyor.

ABD, Wikileaks skandalından bu güne büyük çalkantılarla içten içe kaynıyor.

Elimizin altındaki “masum kutu” bilgisayar, internete bağlandığı zaman, bütün dünyayı evimize sokuyor. Yalnız evimize değil, gözümüzün içine!

Ve internetten dünyaya kitlesel eylemler yayılıveriyor. Hem de çok kısa sürede.

Neymiş efendim, Erdoğan nasıl çakmış, Kılıçdaroğlu nasıl taşı gediğine koymuş, Bahçeli nasıl bağırıp çağırmış; ”boyalı magazin haberlerimiz” bize neler bildirmiş… Bütün bunlar yavaş yavaş (veya hızlı hızlı) geride kalıyor.

“Su katılmamış Türk” olmak da zor artık, “safi yabancı” olmak da. İnsanların, nerede olursa olsunlar ve kim olursa olsunlar, birer “dünya vatandaşı” olduklarının bilincine varmaları gereken öğretici bir zaman diliminde yaşıyoruz.